Thomas Mann’in Hiç Var Olmayacak Kahramanı Elias Rulka: “Mahcubiyet ve Haysiyet” İncelemesi

1941 doğumlu Dag Solstad, başta Norveç olmak üzerinde Kuzey Avrupa edebiyatının önemli öykü ve roman yazarlarındandır. Türkçede ilk kez Banu Gürsaler Syvertsen tarafından 2018 yılında çevrilen “Mahcubiyet ve Haysiyet” romanı ile tanınmıştır. Dag Solstad’ın dilimize kazandırılmış diğer eseri “Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı” (2020) da yine Banu Gürsaler Syvertsen çevirisi ile Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmıştır.

Dag Solstad

Roman, ekim ayının bir pazartesi sabahı başlar. Baş kahraman Elias Rulka ellisini geçmiş, içkiye düşkün bir edebiyat öğretmenidir. Yağmurun yağacağını düşünerek yanına şemsiyesini alıp evden çıkarak ders verdiği Fageborg Lisesi’nin yolunu tutar. Anlatıcı bugünün Rulka’nın hayatının dönüm noktası olduğunu dile getirerek daha ilk sayfadan okuru meraklandırmayı başarmıştır.

Elias Rulka Norveç Dili ve Edebiyatı dersinde Henrik Ibsen’in “Yaban Ördeği” kitabının okullar için yapılmış baskısını okutmaktadır. Yirmi beş yıl boyunca son sınıf öğrencileri ile aynı kitabı incelemektedir. Yirmi beş yıldır aynı kitabı okumasına ve okutmasına karşın o gün farkına varamadığı bir iz yakalar: Romanın kahramanı Relling ilk defa bir dramın içine sürüklenmiş, “Yaban Ördeği” romanı için de “Mahcubiyet ve Haysiyet” romanı için de bel kemiği olacak bir cümle kurmuştur: “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.” (sayfa 9)

Roman boyunca bilhassa geri dönüşlerle anlatılmak istenen de budur; Elias Rulka kendisini idealleri uğruna yetiştirmiştir ancak idealleri toplum ve yaşadığı çağ tarafından elinden alındığında önce mutluluğunu ardından da mesleğini yitirecektir.

Elias Rulka dersinde üstüne düşeni yapmakla yetinmektedir; öğrencilerin ne yaptığıyla tek tek ilgilenmez, onlarla iletişim kurmaya yeltenmez, asgari düzeyde bir öğretmenlik sergilemektedir. Öğrencilere basmakalıp bilgiler verir, yaptığı yorumlar kendisini bile heyecanlandırmaz. Öğrencilerle birbirine karşı oluşturdukları iletişimsizlik o kadar ileridir ki zil çalar çalmaz öğrenciler kitaplarını fırlatıp dışarı çıkarlar kaçarcasına, biri bile öğretmeni umursamaz. Aslında Rulka da bir an önce dersin bitmesini istemektedir ancak yok sayılmak zoruna gider.

Rulka pek çok şeyin farkındadır ancak kendi yetemeyişinden sistemi sorumlu tutar. Sistemin ona engel olduğuna inanır ve bunu kabul eder. Anlattıklarının karşı tarafa geçmeyişini de öğrencilerin onu anlayabilecek donanıma sahip olmamalarıyla açıklar çünkü o, toplumun ona verdiği görevi yerine getirmekte ve öğrencileri eğitim ile şekillendirmektedir (sayfa 17-18). Halbuki kendi müfredatını, ders işleyişini planlayarak en azından kendi çevresinde verimli bir eğitim-öğretim ortamı oluşturması mümkündür.

Elias Rulka kendini son kullanma tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissetmektedir (sayfa 20, sayfa 30). Öğrencilerinin günün birinde ayaklanıp kendilerine saygı duyulmasını beklemelerinden korkar çünkü kendisinin, sistemin haksız olduğunu bilir. Verdiği tekdüze eğitim elbette yetersizdir. Bu durumla yüzleşmek, öğrencilerin ayaklanma ihtimallerinin verdiği korku onu yıpratır. Ne dersine karşı öğrencilerin umursamaz oluşu ne görmezden gelinişi onu öfkelendirebilir; bunların olmasına kendisi sebebiyet verdiği için hiçbir şey yapmaya ya da söylemeye hakkı olmadığını bilir.

Romanın kırılma anı Rulka’nın ders bitiminde eve gidişiyle başlar. Yağmur çiselediği için yanına aldığı şemsiyeyi açmaya karar verir fakat ne kadar çabalarsa çabalasın bir türlü açamaz. Bahçenin ortasında şemsiyesini açmak için çabalarken öğrenciler de onu izlemektedir. O sırada Elias Rulka olan gücüyle şemsiyeyi taşa vurmaya başlar, öyle ki bu durum onu mutlu etmiştir. Etrafını saran öğrenci topluluğu onu rahatsız eder, çok öfkelenir ve öğrencilere hakaretler yağdırır: “A****k! don yağı suratlı!” Elias Rulka, kırılmış şemsiyesi ile okuldan çıktığında kendisini özgür hisseder. Kahraman Norveç sokaklarında ilerlerken metnin ilk zamanı son bulur.

Metinde iki farklı zaman vardır. Güncel zaman ekim ayının bir pazartesi sabahı başlar, romanın sonuna geldiğimizde de aynı günün akşamıdır. 24 saatten kısa bir zaman dilimi söz konusudur. Ancak anlatıcı şimdiden geçmişe bakar, flashbackler üzerinden 1960’lı yıllara dek gider. Elias Rulka’nın Oslo Üniversitesi’nde Filoloji bölümünde olması, Johan Corneliusssen’le tanışması, Eva Linde ile tanışması, öğretmenliğe başlaması gibi pek çok olay ve kişi geçmiş üzerinden verilir. Öyle ki biz Elias Rulka’yı da bu geri dönüşler sayesinde tanırız.

Mekân da zaman gibi iki farklı şekilde geçmektedir. Romanın merkezi Norveç’tir. Şimdiki zamanın mekânı evle başlar, Fageborg Lisesi’nde devam eder ve kahramanın okuldan çıkmasının ardından Fageborg Sokağı, Stensparken, Norabakken Yokuşu, Bisslet şeklinde devam eder. Geri dönüşler aracılığıyla sunulan geçmişin mekânları ise daha çeşitlidir.

Elias Rulka okuldan ayrıldığında olanları eşine nasıl anlatacağını düşünür. Metnin girişinde de bahsettiği eşi Eva Linde’dir. Eva Linde, arkadaşı Johan Corneliussen’in eşidir. Yazar, Corneliussen’i okura tanıtarak geçmişin kapısını da aralamış olur.

Elias ve Johan Blindern’de, Oslo Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde 1966 yılında tanışmışlardır. Doktora öğrencisi Johan ile zorunlu yan dal yapan Elias’ın yolunu kesiştirenin felsefe olması manidardır. Bir Wittgenstein dersi sonrasında çok sıkı dost olurlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Rulka’nın arkadaşına hayran olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki kendisini arkadaş olarak seçtiği için arkadaşına şükran duyar (sayfa 46). Elias Rulka, Corneliussen’in gölgesi gibidir; arkadaşı sayesinde kendini kıymetli görür. Kendisi de ilerleyen sayfalarda arkadaşının bir gölgesi olduğunu kabul eder: “…Ben gölgesi olduğum Johan Corneliussen’in…” (sayfa 60). Hatta arkadaşının gölgesi olarak onun ortadan kaybolmasının ardından arkadaşının eşiyle de evlenecektir.

Elias arkadaşının neden felsefe okuduğuna anlam veremez. “Hayata böylesine doyamayan bir adam nasıl oluyordu da kendini felsefe okumaya veriyordu? Yoksa hayata karşı en çok iştah duyanlar mı seçiyordu felsefeyi?” (sayfa 47). Corneliussen’in hayatının dayanak noktası Kant’tır. Kant literatürüne, modern insanın belge koleksiyonuna ilgi duyar çünkü bu sayede insan düşüncesinin imkânlarını incelemiş olur. Elias Rulka sorularının cevaplarını yakın arkadaşında arar, Corneliussen ise literatür taraması yaparak kendi soru(n)larına cevap arar. Yazacağı doktora teziyle kendisinin de insan düşüncelerini içeren bu koleksiyona gireceğine inanır.

Elias 1968 sonbaharında mezun olur, 1969 ilkbaharında da eğitim sertifikasını alır. Kaldığı yurttan ayrılıp kendine bir ev tutar, 1969’un sonbaharında 20 yıldan fazla çalışacağı Fagerborg Lisesi’nde kadrolu öğretmen olur. Johan’la olan arkadaşlığı da devam etmektedir. Corneliussen’in hayatında değişiklik yok denecek kadar azdır, Marksist olmuştur. O günlerde Johan Elias’ı bir kızla tanıştırmak ister. Böylece Eva da hayatlarına girmiş olur. Eva ile Johan 1970’te evlenir, aynı yılın sonlarına doğru kızları Camilla doğar. 1972 yılında Johan Marx ve Kant arasındaki bağlantıya dair doktora tezini tamamlar. 1976 yılında ise Johan bir daha geri dönmemek üzere gider. Bunun sebebi Corneliussen’in sıkışmış olmasıdır. Felsefe onun yolda olmasını sağlamıştır, onu diri tutmuştur. Doktora tezini tamamlaması felsefe yolculuğunu sonlandırmıştır çünkü devamında değişen bir şey yoktur. Elias’a göre Marksizm etkisiyle artık Johan düşünmekten zevk alamamaktadır. Marksizm Johan için insanların kapitalizmden kaynaklanan hayallerini, umutlarını anlamaya yarayan bir araçtır (sayfa 64). Kapitalizm parlak, ışıklar saçan bir dünya sunar, insanı aynı çağda yaşamanın dayanılmaz cazibesine çeker. Johan doktora tezini bitirirken kutsal bir amaca sahiptir ancak tezin bitimi sonrasında onu tatmin edici bir sonuca ulaşamamıştır. Bu durum onu inandığı dünyayı sorgulamaya iter. Yaptıklarının somut bir karşılığının olmasını ister, “Zengin olacağım.” der (sayfa 66). Bunun sonucunda kapitalizme çekilir.

Johan’ın gidişinin ardından Elias Eva’ya destek olur. Eva ona kendi yalnızlığını hatırlatmaktadır, bu nedenle kendisine hüzün verir. Elias o zamana kadar evlenmeyi hiç düşünmemiştir çünkü evliliğin kendisini yitirmesine sebep olacağına inanmaktadır. Yazar Elias üzerinden evlilik kurumuna bir eleştiri de getirir. Bir yabancıyla aynı ortamı paylaşmak kişiyi kendisinden uzaklaştıracaktır. Elias’ın Eva ile olan evliliği bunu ispatlayacaktır. Asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunun bilincinde olmasına karşın bu evliliği yapar.

Eva, Elias’la evliliği sürecinde bir kez bile ona “seni seviyorum” demez. Kendisiyle neden evlendiğini hiç sormaz. Aralarında bir gönül bağı yoktur, kısır bir ilişki vardır. Eva rutin hayatını devam ettirebilmek için Elias’ın yanına gelmiştir. Elias hayattaki en büyük başarısının bu güzel kadınla evlenmek olduğunu düşünür bu sebeple bu ilişkinin bozulmaması için elinden gelen her şeyi yapar. Eva’nın alışkanlıklarını tereddütsüz kabul eder, benimser. Bunların hepsi kaybetme korkusundan kaynaklanmaktadır. Eva ve Elias ortak bir yaşam sürmekten ileri gitmez.

Bir gün Eva mutfağı yenilemek ister fakat Elias bütçelerinin buna yetmeyeceğini dile getirir. Eva, “Allah’ın cezası cimri herif!” diyerek çıkışır kocasına, onu hor görür. Eva da iyi bir yaşama düşkündür ki bu durum okura Johan’ı hatırlatır. Johan da yaşama düşkünlüğü sonucunda kapitalizme çekilmiş, ülkeyi ve ailesini terk etmiştir. Elias eşinin kendisini hor görmesinden rahatsız olmaz. Onu rahatsız eden Eva’nın bu olay yaşanmamış gibi davranmasıdır. Eva’nın “bilinçli uysallığını” (sayfa 75) fark etmesi evlilikleri için bir dönüm noktası olacaktır. Eva rahatından olmamak için yaşanmamış gibi davranır. Elias tatmin değildir, mutlu hiç değildir, o bir ihtimal şanslıdır.

Üvey kızı Camilla ile de aralarında mesafeli bir ilişki vardır. Anne kız arasında ara bulucu ve problem çözücü konumuna sahiptir. Camilla 14 yaşındayken babasının yanına New York’a davet edilir. Elias derin bir endişeye kapılır, ilk defa arkadaşı Johan’a (yeni adıyla John Cornelius’a) öfke duyar.

1989 yılına gelindiğinde kendi halinde bir edebiyat öğretmenidir ve hayatın hiçbir alanında ön plana çıkmamıştır. Buradan itibaren tekdüze bir hayat söz konusudur. Rulka zaman içinde kendisine yabancılaşır, yaşadığı çağa ve bulunduğu topluma ayak uydurmakta zorlanır. Toplumun işleyişinin dışında kalmışlık duygusu giderek baskın hâle gelir. Okuduğu haberlere kayıtsızlaşır hatta onları “iğrenç derecede aptalca” bulur. Hiç bitmeyecek bir kişisel mağlubiyet süreci onun için başlamıştır. Alkol bağımlılığı da bu süreçte ortaya çıkar.

İsveçli bir şovmenin ölümünün kocaman sayfalarla verilip Norveçli bir yazarın ölüm haberi hakkında bu kadar az bilgiye yer verilmesi onu rahatsız eder ve sorgulamalara iter. Burada Johan’ın savunduğu televizyon, gazete, ticari sanat vb.nin insanı büyülü bir dünyaya davet ettiği görüşüne yoğun bir eleştiri vardır. Bu büyülü dünya bir göz yanılsamasından ibarettir. İnsanların gözleri moderniteden kamaşmıştır (sayfa 97).  Kişiye anlamlı gelecek bir şey bulabilmek için ticari çıkarlardan oluşmuş bir kümenin arasından seçip ayıklamak gerekir (sayfa 84). İnsanların ölüm karşısında bile durup düşünmeyişi Elias’ta kusma hissine sebep olur. Varolmak, sindirilemez bir eylemdir. Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli eserin ismini hatalı bulur. “Çünkü varolmanın dayanılmaz hafifliği insan hayatının yaşamsal bir şartı değil, 20. yüzyılın ikinci yarısında Batı dünyasında yaşayan bir sosyal tabaka için geçerli bir toplumsal şarttır.” (sayfa 89).

Elias kendi görevlerini yerine getirdiğini düşünerek yaşanan bu toplumsal yozlaşmadan kendini sorumlu tutmaz. Yaşadığı topluma karşı sadakatini kanıtlamış biridir; sağlıklı kararlar alabilen, eğitimli üstelik sürekli kitap okuyan, toplumsal olaylara sağduyulu olduğunu düşünür. İdealleri doğrultusunda bu mesleği seçmiş olmasına rağmen yaşadığı hayal kırıklığı onu pişman etmiştir. Camilla’yı da bu mesleği seçmemesi için uyarmıştır.

Elias bir insanın yaşamayı ümit edebileceği kadar zengin bir hayat yaşadığını düşünür; anlamlı bulduğu bir işi vardır, kişisel özgürlüğüne sahiptir ve hayata entelektüel bir merak ve ilgi ile yaklaşmaktadır, toplumsal hayatın kendisine çizdiği sınırlar içinde ilgi duyduğu şeylerin peşinden gidebilmektedir (sayfa 62). Hayatından memnundur o an. Oysa romanın sonunda tüm yaşamını yitirecektir; işi yoktur, yaşadığı toplum onu esir almıştır, esareti sonucu ilgi ve merakını kaybetmiştir, toplumsal hayatın kendisine çizdiği sınırlar içinde bocalar.

Elias Rulka’nın içinde her an patlak verecek bir “manevi menenjit” vardır ki bu romanın başındaki şemsiyeyi kırma hadisesinden başkası değildir.

Elias kendisini yalnız hisseder; konuşabileceği, paylaşabileceği hiç kimse, söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. Bir gün öğretmenler odasında bir matematik öğretmeni Thomas Mann’in “Büyülü Dağ” romanına atıfta bulunur: “Bugün kendimi Hans Castrop gibi hissediyorum, yataktan çıkmasam daha iyiydi.” (sayfa 91). Elias çok heyecanlanır, onun için paha biçilemez bir andır. Meslektaşını daha yakından tanımak ister. İletişime öyle açtır ki meslektaşını ve eşini evine davet etmeyi bile düşünür. Tüm bunların sebebi Elias’ın konuşacak birinin varlığına ihtiyaç duymasıdır. Elias bu iletişim açlığını belli başlı yazarlarla gidermeye karar verir. Kendince 1920 kuşağı yazarlarını sınıflandırır çünkü bugün kendi yaşadığı buhranları Avrupa savaşının sebep olduğu ruhsal sarsıntılara benzetmiştir. Kendi ruhunda da hissetmektedir. Elias Rulka’nın bu yazarlar arasından Thomas Mann’e özel bir hayranlığı vardır; hayatının Thomas Mann tarafından roman olarak kaleme alınmasını arzular hatta Thomas Mann’le düşsel diyaloglara girer.

Kitapta sisteme, eğitime, topluma, pedagojiye yönelik eleştiriler mevcuttur: “… Norveç’teki mevcut kanaate göre orta öğrenimlerini tamamlayan öğrencilerin Norveç kültür mirasına ya da en azından bu mirasın edebiyatta temsil edildiği kadarına aşina olmaları gerekmekteydi…” (s.15) Norveç’te öğrencilerden beklenenler öğrencilerin olgunluğuna denk gelmemektedir yazara göre. Bu da bize bir sorun olduğunu fısıldar. Öğrenciden beklenenler öğrencilerin olgunluk seviyesinin üstündeyse bu öğrenciyi yani ülkeyi kalkındırmak yerine eğitim-öğretime zarar verir. Öğrenciden beklenenle gerçekleşen çatışır çünkü teori ve pratik uyum sağlamamaktadır. Bu da arzulananın ütopyadan başka bir şey olamayacağını destekler. Yazar kahramanın kendi öğrenciliğinde de edebiyat derslerini sıkıcı bulduğunu, aradan zaman geçtikten sonra sıkıcı bulduklarını anlatmaya mecbur olduğunu belirtir. Aradan geçen zamana karşın herhangi bir ilerleme olmamıştır. Eğitimden beklenen hedef kitlesini uyarmak, uyandırmak ve öncelikli olarak kendisinin daha sonra da çevresinin, toplumun ve ülkesinin farkına vardırmak olmalıdır. Oysa Rulka’nın sıkıcılığa maruz kalan yerine maruz bırakan olması dışında hiçbir şey değişmemiştir. Elias Rulka da zaman içinde süreci kabul eder ve çarkın bir dişlisi olur. O, toplumun verdiği görevi layıkıyla yerine getirdiğini, öğrencilerini de eğitimle şekillendirdiğini dile getirir. Öğretmenin temel gayesi öğrencilerini geliştirmek ve kendilerini yetiştirme sürecine katkı sağlamaksa Rulka’nın bu duruma göz yumması kabul edilemez. Dünyayı değiştirmek güçse kendi dünyasını değiştirmelidir insan. Metnin kahramanı da uyum sağlamak yerine kendi dersini farkındalıkları doğrultusunda kurmuş ve işlemiş olsaydı belki de kahraman kendisine, çevresine, mesleğine yabancılaşmamış olacaktır. Bir şeyi bile bile kabullenmek demek kişinin kendinden ödün vermesi, kendine yabancı kalması demektir.

Bir diğer eleştiri de kanona yöneliktir. Okul kitaplarına girebilmek için önce ölmek gerekmektedir. Programda çağdaş edebiyattan hiçbir eser yoktur. Oysa öğrencilerin ülkelerinin kültürünü bilmek için kendi çağdaşlarından da haberdar olmaları gerekir.

Artık farklı bir çağ ve farklı bir dünya yaşantısı söz konusudur. Elias Rulka yenilgiyi kabul eder ancak çağa uyum sağlama gibi bir çabası yoktur. Oysa dünya hep değişmiştir, değişmeye de devam edecektir. İnsanlar özellikle de eğitimciler aydın bir tutum sergileyip kendini değişimden soyutlamak yerine değişime ayak uydurmaya mecburdurlar.

Romanın sonuna gelindiğinde Elias Rulka şemsiyenin kırıldığı, “manevi menenjit” yaşadığı güne geri döner. Artık toplumun dışına itilmiştir fakat yapacak bir şey yoktur.

Kaynakça: Solstad, D. (2018) “Mahcubiyet ve Haysiyet”. İstanbul: YKY

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir