TÜRK MUSİKİSİNE DAİR NOTLAR

Bu yazıdaki Nuri Özcan’dan alıntılar, Dergah Dergi’nin Haziran 2020’de çıkan 364. sayısının “Nağmeler içinde bir ömür Nuri Özcan ile müzik üzerine hasbihal” adlı söyleşisindendir.

Nuri Özcan Kimdir?

Nuri Özcan 1951 yılında Aydın Kuşadasında doğdu. İstanbul İmam-Hatip okulu, o zamanın İstanbul Belediye Konservatuarı (İ.Ü Devlet Konservatuarı) Türk Müziği Bölümü ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden (1976) mezun oldu. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün Marmara Ü. İlahiyat’a dönüştüğü yıl tamamladığı “XVIII. yüzyılda Osmanlı’da Dini Musiki” adlı tezi ile doktora unvanı aldı. 2014’ten beri Medipol Ü. Müzik Bölümü öğretim üyesi.

Türk Müziğine Dair

İnsanlığın ilk zamanlarından itibaren müzik de ortaya çıkmaya başladı. Müzik, duyguların notalaştırılmasıydı bir nevi. Her melodide aşkın, kederin, coşkunun duyumsanmasıydı. Müzik, kalbimizin derinliklerinde yaşadığımız hislerin duyarak algılayabileceğimiz kıvama gelmesidir aslında.

Sanat evrenseldir ve bir o kadar da yerel. Bakalım Nuri Özcan bu konuda ne diyor: “Sanatta kesin bir çizgi yoktur. Bu bir süreçtir. Sanat her ne kadar evrensel olarak görülmek istense de bunun yerel tarafı mutlaka olmalıdır. Bunun için Afrika, Batı, Çin müziği diyoruz. Türk müziği dediğimizde bunun için de sadece etnik bir yapı anlaşılmamalı, anlamamalıyız. Bana göre bu, ‘Osmanlı Medeniyeti içerisinde olgunlaşmış bir müziktir.’ İçinde Selçuklu, Gazneli de var.” Nuri Özcan bu düşüncesinin nedenini de şöyle açıklıyor: “Müzik tarihimizde, Osmanlı öncesi devirlere ait kaynaklarımız yok denecek kadar az… Kaynaklar gösteriyor ki ‘Türk Müziği’ denilen müzik, Osmanlı’da neşv ü nema bulmuş. Mesela dinî müzik diyoruz. Bunun tevşih, ayin, ilahi, durak, miraciye, mevlid vb. formları sadece Osmanlı’da şekillenmiş. Buna “Müslüman müziği” adını veremeyiz. Dünyanın çeşitli yerlerinde müslümanlar var. Diğer müslüman coğrafyalarda bu zenginlikte bir ‘dini müzik’ anlayışı göremezsiniz.”

Bunların evvelinde Nuri Özcan’ın “Bizim Türk müziğimizin nazariyatı bin küsür yıl kadar gerilere gidiyor.” şeklinde bir cümlesi var. Bu cümleden Müslüman Türkler’in Anadolu’ya ilk geldikleri zamanlarda Mevlanalar’ın, Yunuslar’ın İlahi aşklarıyla yoğrulan köklü medeniyetle beraber “Türk Müziği”nin de teşekkül etmeye başladığını anlayabiliriz. Bu köklü medeniyet Şeyh Galip ile şu dizeleri yazmıştır:

“Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim,

Haktan bize sultan-ı müeyyedsin efendim.”

Tanpınar der ki: “Peygambere böyle “efendim” diye ve bu teşrifatla hitap edebilmek için evvela Türkçe konuşur doğmak, sonra bizim Türkçemizin içinde doğmak, bizim teşrifat ve adabımızdan geçmek lazımdır… Hayat arızalarının üstünde bir vahdanilik fikriyle yaşayacak; onu türbende, camiinde, sebilinde bir üslûp haline getireceksin…” bu cümle devam eder de anlam şudur; bir medeniyet kurmak ve onun köklü sanat dallarına ayrılması pek çok sebebin biraraya gelmesinin, aksulamellerin neticesidir.

Peki Müziğimizin Hak Ettiği Değere Ulaşamamasının Sebebi Ne?

Nuri Özcan diyor ki: “Müzik tarihimizin en olumsuz sayfalarından birisi de bestelenen eserlerin müzik yazısı ile (nota) kaydedilmemiş olmasıdır. Bu münasebetle binlerce beste (evet binlerce) kaybolmuş, günümüze ulaşamamıştır. Atrabül âsâr adlı biyografik eserde mesela Buhurizade Itri Efendi’nin (ö.1711) bin kadar eseri olduğu ifade ediliyor. Hani nerede? Bugün sadece otuz tanesi var elimizde… Eskiden müzik eserleri “meşk usulü” adı verilen, hoca-talebenin birebir karşılıklı çalışmaları şeklinde öğretilirmiş. Bu gayet tabii çok güzel bir öğretim metodu. Ancak eserler kayıt altına alınmazsa sonraki nesillere nasıl ulaştırılacak?”

(resim: Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi)

Yani biz Batı musikisini, Beethoven’ı, Bach’ı ve daha nice şaheseri rahatça dinleyebiliyorken, kendi musikimizde bu sebepten dolayı adeta bir deryadan kepçe ile istifade edebiliyoruz. Tabii Osmanlı’nın son dönemlerinde bu konuda bir ihtiyaç hasıl oluncaysa “Bu konuda Mehmet Ataullah Dede, Mehmet Celaleddin Dede ve Hüseyin Fahreddin Dede gibi üç önemli şeyh, ön nazariyat çalışmalarına başladı. Ancak bu konulardaki çalışmalarının sonucunu düzenli bir metin haline getirme fırsatını bulamadılar. Bu bilgileri Rauf Yekta Bey’e verdiler. O da bu dökümanları Hüseyin Sadattin Arel ve Suphi Ezgi ile paylaştı. Bugünkü ‘Arel-Ezgi Sistemi’ adı verilen Türk müziği ses sistemi işte böyle bir çalışmanın sonucudur.”

Nuri Özcan bu sistemin kurulmasında büyük payın Türk müziği konusunda pek çok makale yazan ve kitap neşreden Rauf Yekta Bey’in olduğunu söylerken, onun Türkiye’de radyolarda Türk müziğinin yasaklandığı sırada hastalanıp bu sebeple hastalığı artarak üzüntüden vefat ettiğini de belirtir. Kültürel yozlaşmamızla beraber müziğimiz de bundan payını almıştır. Nasıl almasın, bir devlet politikası şeklinde kendi müziğimiz yasaklarla boğuşurken?

Kaynakça
  • Çapku Ahmet, Nağmeler içinde bir ömür Nuri Özcan ile müzik üzerine hasbihal, Dergah Dergisi 364
  • Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergâh Yay., 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir