Erlend Loe, 51 yaşında Norveçli bir yazar. Oslo’da yaşayan yazarın; Naif. Süper, Kadının Fendi, bu yazıda üzerine konuşacağımız Doppler ve devam niteliğindeki Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitapları Türkçeye çevrilmiştir.
Yazan: Betül Yılmaz
Yazarın ilk kitabı olan Naif. Süper 1996 yılında yazılmış ve 2018 yılında Siren Yayınları aracılığıyla Dilek Başak tarafından ana dilinden Türkçeye çevrilmiştir. Ardından diğer kitapları YKY tarafından basılmış yine Norveççe aslından çevirisi Dilek Başak tarafından yapılmıştır. Dilek Başak, Erlend Loe kitaplarının ana dilinden çevrilerek Türk okuyucular ile buluşmasında hayli önemli bir isim. Kendisi de Norveç’te yaşayan, daha önce Türkiye’de bir yayınevi kuran fakat ardından -ne yazık ki- kapatmak zorunda kalan yayıncı-editördür diyebiliriz.
Roman, ‘’Babam öldü.’’ cümlesiyle başlıyor. Biz okuyucular aslında bu cümleye aşina sayılırız. Albert Camus’nün Yabancı romanı da ‘’Bugün annem öldü.’’ cümlesiyle başlar. İki roman arasında bir iletişim olabilir mi? İkisinde de baba karakterinin yokluğu, bireyin varoluşunu sorgulaması gibi bazı benzer noktalar görülüyor. Yabancı’nın Meursault kahramanı pek tabi Doppler’den daha büyük sancılar çekmekte, daha derin bir kimlik arayışı içerisindedir.
Doppler, aslında bir noktada bize 19. yüzyıl romanlarını hatırlatıyor. Bireyin, roman karakterinin önemli olduğu ve romanın adının kahramanın adı olarak belirlenmesi geleneğini burada da görüyoruz. Robinson Cruose, Don Kişot gibi Doppler de romanın ana kahramanıdır. Cruose gibi bir adaya düşmese de ormanın derinliklerinde(!) kendi özerkliğinin peşine düşüyor aslında Doppler. Roman kahramanımızın, bisiklet kazası yapmasıyla başlıyor. Başarılı bir işi olan, evli, iki çocuğa sahip ve evini yeni tadilat ettirmiş bir kahramanla: Doppler’le karşı karşıyayız. Doppler daha romanın başında, yaptığı bisiklet kazasıyla bir aydınlanma anı yaşar. Uyanır ve uyanır uyanmaz bir geyiği öldürür. Ancak geyiği öldürdükten sonra geyiğin yavrusu Bongo, yanından ayrılmaz. Artık ayrılmaz bir ekip olma yolunda ilerlemeye başlarlar. Tıpkı Don Kişot ve Sancho Panza gibi. Doppler, evini ve başarılı kariyerini geride bırakarak ormana yerleşmeye karar verir.
”Ben bir bisikletçiyim. Koca, baba, oğul ve işçiyim. Ev sahibiyim. Ve bir sürü başka bir şeyim. İnsan çok fazla bir şey.”
Peki Doppler, modern hayatın getirdiklerinden vazgeçebiliyor mu?
Ormana yerleşerek insanlardan ve onların hayatından kaçmayı amaçlıyor Doppler. Onlardan kaçarken aslında onların yaşama şeklinden kaçmakta güçlük çekiyor. Vazgeçmek sandığından daha zor oluyor. Doppler romanı, bir kara mizah örneği olarak adlandırılabilir. Örneğin; Doppler avladığı geyiğin etini tütsüleyerek market çalışanına verir ve karşılığında çalışandan ‘’yağsız süt’’ ister. Yağsız süt, bugün endüstriyel bir ürün ve Doppler, kaçtığı insanlara bir noktada muhtaç vaziyette. Çünkü yağsız süt içmediği bir hayat düşleyemiyor. Yağsız süt ve modern yaşamdan kaçarak doğaya sığınma birlikteliği ironiktir. Zaten Doppler, ormanın çok derinlerine de gidemiyor. Ormana çadırını kurduğu yer; insanların yürüyüşünü yaparken sürekli yanından geçtiği, istediğinde markete inebildiği ya da ailesinin evden yürüyerek ona ulaşabildiği bir konum. Bongo ve Doppler, ormanın kenarındaki çadırda koyun koyuna yaşamaya çalışıyor. İnsanlardan uzak, Bongo’nun geceleri tüyleriyle Doppler’i ısıttığı ve takas yoluyla yağsız süte ulaşabildikleri bir hayat…
Doppler’in dostu: Düsseldorf
Zaman geçtikçe Doppler’in kaçtıkları başına bela olmaya başlıyor diyebiliriz. Doppler, acıktıkça kapı kilitleme ihtiyacı duyulmayan, insanların birbirine olan güveninin yüksek olduğu solcuların mahallesinde oturan Düsseldorf’un evine girer. Düsseldorf, eşini kaybetmiş yalnız yaşayan bir insandır. Ancak kileri tıka basa dolu olan da biridir. Doppler’in başlarda ilgilendiği de budur aslında bakarsanız. Doppler, bir gün o kadar çok çikolata yemek istiyor ki yine Düsseldorf’un evine gidiyor. Bu sefer mutfağa girmek, çikolatayı alıp çıkmak hiç de o kadar kolay olmuyor! Doppler, tezgâhta duran Toblerone onun olsun istiyor. Tam hedefine ulaşmış çıkarken Düsseldorf’a yakalanıyor ve ikisinin hikâyesi burada kesişiyor.
Düsseldorf, aslında romanın acıklı hikâyesine sahip olan kahramanı sayılır. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Norveç’i işgali etmesiyle annesi, babasıyla tanışıyor. Kısa süreli bir birliktelik yaşayan çiftin dünyaya bir oğlu geliyor. Düsseldorf, bir Nazi askerinin oğlu. Almanların, Norveç’i terk etmesiyle birlikte babası da orduyla geri dönmek zorunda kalıyor. Düsseldorf, babasının savaş sırasında öldüğünden emin. Romanın yarısına kadar aslında sahip ol(a)madığı bir babanın hatırasını kendi içerisinde yaşatmaya çalışıyor. Babasının öldüğü ‘‘Arden Saldırısı’’nın maketini yapmayı ve ardından intihar etmeyi planlıyor. Fakat bir türlü babasının yüzüne istediği ifadeyi veremediğinden maketini bitiremiyor.
Romanda bir diğer önemli nokta ise Düsseldorf ve Doppler karakterlerinin ‘‘baba’’ tipine aşina olmamaları. Doppler, tuvalet fotoğrafları çeken bir babanın oğlu. Ki asla bu durumu yadırgamıyor hatta zaman zaman mantıklı bir açıklamanın peşine dahi düşüyor. Düsseldorf, hiçbir zaman sahip olamadığı ‘‘baba’’ karakterinin yokluğuna saygı duymaya çalışıyor diyebiliriz. İşte Düsseldorf’la kahramanımız Doppler’in yolunu kesiştirip onları yakınlaştıran belki de bu yokluktan gelen benzer duygulardır.
Doppler’in kaçmaya çalıştıkları ormana toplanıyor!
Doppler’e dönecek olursak; Düsseldorf’la arayı sıkı tutan Doppler’in başına bir de oğlu kalıyor. Eşinin hamile olduğunu öğrenmesi ardından oğullarını ona bırakarak Roma’ya tatile gitmesi Doppler’in bir geceliğine eve dönmesine sebep oluyor. Doppler’in bu dönüşü aslında fena da olmuyor. Oğluyla güçlü bir iletişim kurma fırsatını yakalıyor, evine giren hırsızla arkadaş oluyor ve en önemlisi oğlunu DVD oynatıcısından kurtarıyor. Tabi buna kurtarmak denilebilirse!
Doppler, zamanla kendisini kalabalık bir topluluğun içerisinde buluyor. Özel bir mülk olan ormana çadır kurduğu için onu ormanın sahibine haber vermekle tehdit eden sağcı adam, Düsseldorf, evlerine giren hırsız, oğlu… Doppler, insanları sevmediği için kaçtığı ormanda bir anda insanların içerisinde kalıyor. Tüm bunlar olurken Düsseldorf’tan etkilenerek bir totem dikmeye karar veriyor: Dopplerlar adına ihtişamlı bir totem. Bongo’nun, kendisinin, oğlunun ve babasının üst üste durduğu büyük ve ağır bir totem yapmayı başarıyor da kahramanımız. Ancak Doppler’in bu totemi tek başına kaldırmasına imkân yok.
Doppler, bunlarla uğraşırken kendisini tehdit eden sağcı adam, hemen birkaç metre ilerisine gelip çadır kuruyor. Bir odun festivali düzenlemeye karar verdiğini ve herkesi davet ettiğini anlatıyor Doppler’e. Doppler, bu festivaldeki insanları kendisi için bir fiziki güç haline getirmeyi tasarlıyor ve nitekim amacına da ulaşıyor. Totemi, festivale gelen birkaç kişiyle birlikte kaldırmayı başarıyorlar. Bu arada hamile olan karısının doğum yapması üzerine kayınbiraderi geliyor ve onu zorla hastaneye karısının yanına götürüyor.
Doppler için yeni bir yolculuk kaçınılmaz!
Aslında bakarsanız Doppler için artık ormandan ayrılma vakti yaklaşıyor. Karısıyla vedalaşıyor, oğlunu yanına alıyor, totemini kaldırmayı da başarıyor. Ormanın bilinmezine doğru bir yolculuk başlıyor artık Doppler ve oğlu için. Bildiğimiz Dünyanın Sonu aslında bu hikâyenin devamını anlatıyor bize. Doppler’in eve dönüşü, dönmeden evvel Bongo’dan ayrılması, karısının başka bir adamla evlenmesi diye uzayıp gider hikâye.
Doppler, Türkçeye çevrilmesinin ardından pek çok okuyucu tarafından sevilmiş bir roman. Kuzey Avrupa edebiyatı ile tanışmak için okunabilecek, okurken kendinizden izler bulabileceğiniz hatta çoğu zaman kendinizi gülerken yakalayacağınız bir eser diyebilirim. Doppler, ironik bir kahraman. Modern yaşamdan kaçmaya çalışırken aslında ne kadar içerisine hapsolduğumuzu, farkında olmadan her alışkanlığımızda teknolojinin etkisi altında olduğumuzu fark ettiren bir kahraman. Aynı zamanda yağsız süt sevdasından vazgeçemeyen…
Kaynakça:
Camus, Albert (2014). ”Yabancı”. (Çev. Samih Tiryakioğlu). İstanbul: Can.
Loe, Erlend (2019). ”Doppler”. (Çev. Dilek Başak). İstanbul: YKY.