Türk edebiyatının yenileşme sürecinde bir pencere de Orhan Veli tarafından açılıyor. Taş Mektep yıllarından arkadaşları Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile beraber altına imzalarını attıkları Garip şiir kitabı, 1941 yılında büyük yankılar uyandırarak eski şiir taraftarlarını sarsan bir ön sözle ilk basımını gerçekleştiriyor. Yolculuğu, serüveni, yaşamayı, insanı, coşkuyu kaleme alan bu üç adam, edebiyat camiasında gurbette kalmayı da göze alarak hiç yürünmemiş bir yolda kestirmeden hedefe varma düşüncesiyle yazmaya devam ediyor.
Orhan Veli’nin ilk şiirlerine baktığımızda romantikliğe, bireyselliğe yakın olan, tasvirden ve hayalden beslenen, mısralarında güçlü bir hüzne ve peşinden şairaneliğe kapısını açan bir şairle karşılaşıyoruz. Kimi zaman simgecilerden etkilenme düzeyine çıkan, biçim yönünden hececileri izleyen, aruzu bütün detaylarıyla öğrenen, rubai denemeleri yapan Orhan Veli, ustaları arasına ismini yazdırabileceği dünün şiirini çok iyi biliyor fakat dönemin sanat ihtiyacını ve şiirdeki kımıldanmayı hissederek yeni bir yol çizmeye hazırlanıyordu:
‘’Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde kalmış olan şiire yeni imkanlar arayalım dedik.’’ (Orhan Veli, Nesir Yazıları, 1953.)
Bu yeni şiir fikriyle yeni bir akımın temellerini atan Orhan Veli, Garip şiir kitabında ‘’Şiire Dair’’ başlığı altında yazmış olduğu ön sözde, şiire yepyeni bir konu alanı getirir. Hayatla sıkı bir münasebetten hayli uzak olan şiiri hayatla buluşturur. Bütün imkanları zorlar. Dar bir çemberin içine sıkışmış, havasız kalmış sanat anlayışına yeni bir soluk getirir.
Yeni bir estetik duyuşa ancak yeni vasıtalarla varılabilir. Bu fikirle de eski şiirin şekilci anlayışını yıkmak ister. Yalınlığı ve sadeliği benimseyerek şiir dilini ve yapısını değiştirir; vezniyle, kafiyesiyle bütün sınırlamalar ve kalıplardan dili uzaklaştırır. Tek bir kafiye üzerinde mükemmeli inşa etmeye çalışan zihniyetin aksine, acemiliklere, basitliğe kapısını açar. Tasvir, mecaz gibi süslerin oluşturduğu karmaşıklığa sırt çevirir:
‘’Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.’’ (Garip, 1941)
Ve belki de romantiklikten gerçekliğe, bireysellikten toplumsallığa yönelen şairin, ön sözde bahsetmiş olduğu bu ve bunun gibi birçok yeni düşüncelerin en dikkate değeri, ‘müreffeh sınıfların zevkine hitap etme amacı taşıyan’ eski şiirin aksine, oluşturulmaya çalışılan yeni şiirin çoğunluğa seslenmesini istemektir. Sanata getirmiş olduğu yeni bakış açısıyla Türk şiirine yön veren Orhan Veli, çoğunluğun okuyup anlayabileceği bir şiirin onların meselelerinden bahsetmesi gerektiğini belirtir:
‘’Fakat yeni şiirin istinat edeceği zevk artık ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda bulmaktadırlar. Her şey gibi şiir de onların hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir.’’ (Garip, 1941)
Ve Garip’in Kitabe-i Seng-i Mezar’ı… İnsan ve Varlık dergilerinde de yayımlanan ayrı yıllarda yazılmış üç şiirdir. Orhan Veli, halka halkın diliyle hitap ettiği, kahramanını da halktan seçtiği yıkıcı, alışılmadık bir şiir yazar. Oldukça şaşırtıcı olan bu şiir, konusunu basit, küçük bir insanın hayatından alır. Orhan Veli, ‘’Hayatı sadelik içinde geçmiş basit bir adamın hayatından’’ bahsetmek istemiştir.
İşte dönemi sarsan ‘’Mezar Taşı Yazısı’’ :
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendiye
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigar.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
‘Ölüm Allah’ın emri,
‘Ayrılık olmasaydı.’
Bu yeni şiir, övgüleri de kabul etmekle beraber daha çok eleştirilerin hedefi olur. Örneğin Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba dergisinde, ‘’Vezin gitti, kafiye gitti, mana gitti… Türk şiirinin berceste mısraı diye (Yazık oldu Süleyman Efendiye) rezaletini alkışladılar…
Göğüslerinde cehennemler yanan sanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şıkır şıkır oynadıklarını gördük! Sanatın darülacezesiyle tımarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular!’’ der ve cemiyeti de bu fikrinin peşinden sürükler. Aslında art arda sıralanan eleştiriler istemeden de olsa şiirin istediği üne kavuşmasına yardım etmiştir. Gündelik hayatın içinden kopup gelen Süleyman Efendi, bütün mahfillere girmiştir.
Kitabe-i Seng-i Mezar, Orhan Veli’nin bahsetmiş olduğu birçok özelliği bir görev misali üstlenir.
Halkın esprisine yaklaşan şiirde vezni, kafiyeyi görmediğimiz gibi söz oyunlarına, mecazlara da rastlamayız. Şairanelikten uzaklaşan fakat düzyazıya kaçan şair, herkesin kullandığı kelimeleri kullanmış, şiirini, duyguyla değil akılla okunacak şekilde yazmıştır. Çünkü ona göre ‘’Mana insanın beş duygusuna değil, kafasına hitap eder.’’
Genç yaşında yeni bir yola cesur bir örnekle adım atan Orhan Veli ve arkadaşları, cemiyet eleştirilerinin ortasında ‘’Garip’’ kalmış ama yazdıkları şiirlerde istediklerini gerçekleştirerek mutluluğa ulaşmışlardır. Eski şiiri hayrete düşürmüş, zincirleri kırmış, halka yaklaşıp doğalı yakalamış ve yankısını bugün hâlâ hissettiğimiz bir ön söz ve arkasından yeni duyuşlara sahip şiirleriyle edebiyat dünyasına katkıda bulunmuşlardır.
Ve Orhan Veli, ‘’…şiiri huduttan kurtarmak bize nasip oldu.’’ derken bütün bunların farkındadır.