Mimarinin Şehir Kültürüne Etkisi

Bir geçmiş ve bir gelecek ima ederek zamanı yer boyutuna taşıyan fiziksel müdahale ve mekânı bölerek aynı anda hem kapsayıcı hem de ayırıcı olan duvarlar ile mimarlık vaki olur.” der Henry Glassy. Zamanı yer boyutuna taşımak. İşte, bu cümlede dönemin kültürel, siyasi, dinî birtakım özelliklerinin somutlaşarak mevcut olması anlatılıyor. Bu vücut bulma durumu mimaridir. Bu yazımızda mimarinin şehir kültürüne etkisi konusuna değineceğiz. 

Mimarî, insan ruhunun bir dışavurumudur diğer sanat dalları gibi. Mimari bir sanat eserinin her bir kıvrımında, her bir çizgisinde insanın iç dünyasının namütenahi akislerine rastlarız. Bu akisler sert olup çevreye karşı bir tepki de belirtebilir; zarif bir ahenk ile manzum bir edâ da.  Ahmet Hamdi Tanpınar, “Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri, bir ruh ve imanları vardı.” der. Mimarînin kültürle olan ilişkisi bu noktada devreye giriyor diyebiliriz. İnsan; içinde doğduğu, yaşadığı toplumun kültür ve medeniyet dairesinden izler taşır. Bu izler uzun yılların tüm hamlelerinde ilmek ilmek zihne, kalbe, ruha işlenmiştir. Sanatkâr bunları eserinde tanzim eder, sunar, yansıtır. Sanatın her türünde bu tarz kültürün ruha dokunma sürecindeki ıstırabın mayasıyla olgunlaşan eserler silinmez bir nitelik taşırlar adeta. Bu eserler zamanla kendilerini doğuran kültürün tarihine kazınarak onun bir ürünü ve gelecek zamanlar için kültürün şekillendiricisi haline de girerler. İşte, mimari eserler şehir kültürünü esasen bu yolla etkilerler; o ruhu yansıtan ve sürdüren bir aracı olarak.

Selim Gerçek, “Her kavim bilhassa bedii abidelerinin güzelliği ve azameti sayesinde yaşar.” der ve ekler: “Ayasofya olmasa Bizans’ın ihtişamı hakkında tam bir fikrimiz olur muydu? Süleymaniye vücuda gelmese Türk azamet satvet ve kudreti hakkında bilgimiz noksan kalmaz mıydı?”

Bendeniz, Süleymaniye demişken Yahya Kemal’i anmak ve kültürün inşa ettiği mimari eserden aldığımız hazzın ve hissiyatın kelimelere döküldüğü o muazzam Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinden şu dizeleri dile getirmek istiyorum:

“Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;

Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,

Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim

Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.”

Yahya Kemal, evvela yüzeysel olarak bir ibadethane zannettiğinden bahsettiği Süleymaniye’nin esasında yıllardır aradığı, ecdadımızın merhametine malik olduğunu aktarır.

İstanbul'un mührü 'Süleymaniye Külliyesi' 463 yaşında
(Süleymaniye Camii)

Sadettin Ökten, kişinin bir şehirde çevresine, yapılara dikkat etmeden yaşasa dahi sürekli oradan geçmekle onlara tanık olduğunu, bunun onu istemsizce de olsa zamanla etkileyeceğini belirtir. Yani mimari eserler insanların şahsi gelişimlerinde hissiyat ve tefekkür planında önemli bir rol oynamaktadırlar. Bu durumu misal gösterirken Ökten, mektep ve kütüphaneye değinir. Bir okulun giriş kapısından itibaren talebeyi etkilemesi gerektiğinden bahseder ve “Derûnî manasıyla ele alırsak kapı, bir kabulü ve o kabulün neticesinde bir girişi yahut geçişi temsil eder.” der. Kütüphane içinse öğrencide önce bir merak uyandırması, ardından da kitaba ulaşımı kolaylaştırması bakımından verimli bir eser şeklinde inşa etmek gerektiğini söyler.

Tekrar belirtmeliyim ki bu örnekleri, mimarî eserlerin kişi üzerindeki etkilerini açıklaması bakımından önemli buluyorum zira kültürü oluşturan şey içtimai hayatın içinde dinamik rol üstlenen insanların; tarihlerinden, tecrübelerinden, inançlarından birer harmonidir.

Tarih boyunca mimari yapılar toplumların içinde bulunduğu haletten doğan sanat akımlarının etki ettiği dönemlerde benzer ya da farklı hususiyetler arz etmişlerdir. Bu duruma, Avrupa’nın kilise baskısı altında Orta Çağ’ını yaşarken Gotik mimariyi benimseyip daha sonra Rönesans etkisinde yenilikçi üslupla Barok mimarinin kendisini göstermeye başladığını örnek verebiliriz. Keza İslam mimarisi de zamanla birtakım değişimler göstermiş Barok tarzında Nuruosmaniye Camii misali sanat eserleri ortaya çıkardığı görülmüştür. Günümüzde modern mimariyle iç içe bulunduğu pek çok örnek de vardır. Demem o ki toplumun genel durumunun, yönelimlerinin en çok etkilediği alanlardan biri de mimaridir ve zaman içerisindeki kültürel değişimlere uyum sağlar.

Nuruosmaniye Camii. Görsel: Dünya Edebiyatında İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2010

İslam mimarisinin Barokla da temsil edildiğinden bahsettik bu durumun sebeplerinden birinin Batı kültürüyle yakınlaşma çabaları olduğunu biliyoruz. Bu yakınlaşma çabaları Tanzimat Fermanıyla had safhaya ulaşmıştır. Bu durum giyim kuşam, sanat dalları vs. pek çok Batılı ekolün sınırlarımızdan içeri girmesi için kapıları daha da araladı ve bundan tiyatro da nasibini aldı. Kültürel değişimin mimariye etkisini açıklarken tiyatronun gelişinin de mühim bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Bu tarz Batı kökenli yapılara toplumun da uyum sağlamasıyla belli bir değişim gözlenmiştir. Refik Ahmet, Türk Tiyatrosu adlı eserinde şöyle der: Tanzimatı Hayriye fermanı okunduktan ve Avrupalılaşma hareketleri iyice yayılmağa başladıktan sonra İstanbul’da Alafrangalık almış yürümüştü. Avrupa ticaretiyle beraber Avrupa sanatı da kendisine yeni pazarlar arayarak dolaşırken İstanbul’a da geldi. Beyoğlu’nun eğlence yerlerinde seyyar ecnebi dillerinde temsiller vermeğe başladılar rağbet gördüler. Selim Nüzhet Gerçek ise Beyoğlu’nda Odeon tiyatrosu bulunduğunu daha sonra da 1841-52 tiyatro mevsiminde Naum Tiyatrosu’nun açıldığından bahseder.

Kültür ve mimari ilişkisini incelerken pek tabii olarak sivil mimariye ayrı bir paragraf açmak hususundayız. Sivil mimari halkın ihtiyaçlarını ve estetik zevklerini karşılar. İnşa edildikleri bölgenin coğrafya ve iklimine uygun malzemeler kullanılması gibi durumlar genel olarak bu tarz mimarinin ihtiyaç odaklı geliştiğini gösterir. Bu tarz mimariye Ünye Hükümet konağı, Tirebolu Hükümet konağı gibi yapılar, dönemine ışık tutan apartmanlar, klasik Türk evleri örnek gösterilebilir.

Celal Esat Arseven bu konuya şöyle bir yorum yapar: “Eski mimarlarımız bir medrese, bir cami, bir ev veya bir çeşme yapacakları vakit onu Türk üslubunda yapmayı düşünmezlerdi. Medresenin caminin evin veya çeşmenin kendilerine mahsus düsturları vardı. Onu tatbik ederler ve bu sayede yaptıkları bina bütün ruhuyla milli olurdu. O asırlarda mimarın pergerini, nakkaşın fırçasını tahrik eden bediî heyecan hep birdi. Bütün sanat eserlerinin üstünde aynı his, aynı heyecanın hâkim olduğu görülürdü.

Şehir mimarisinin ve kültürünün bir hülasasını da bizlere şehrin silueti verir adeta. İstanbul özelinde ilerlersek salâtin camilerle, saraylarla, yeşillikle bezeli bir siluet huzuru, doğayı, tarihi yansıtmaktadır. Peki bu silueti ne ölçüde koruyabilmekteyiz? Zaman içerisinde dönüşen kültürlerle beraber mimarinin de değişim gösterdiğinden bahsettik. Bu doğal bir değişimdir. Ancak tarihi ve doğallığı öretecek şekilde, şehir ruhuna aykırı yapılar bu güzellikleri perdeleyebilirler. Modern çağı yansıtan sembollerden olan gökdelenler doğdukları medeniyet içerisinde oldukça tabii ve gereklidir belki fakat İstanbul’un üzerinde şehrin ruhuna taban tabana zıt bir siluet oluşturarak, kültür ve tarihi arka plana yapılar kabul edilebilir gözükmemekteler. Modern çağımız, bu çağa ayak uyduran halklar, çağın getirdiği bazı dinamikler kültürlerin artık tek tip bir seviyeye ilerlediğini gözler önüne seriyor. Kültürlerle beraber pek çok şey de tabii mimari de dâhil tek tipleşmekte. Modern mimarinin güzel örneklerini görmekle beraber ekseriyetle karşımıza çıkan: gitgide birbirine benzeyen, kendine has ruhundan uzaklaşıp betonarme yapılar arasında modern meşgaleleriyle uğraşan insanlar elinde bu çağın sürekli koşuşturmasıyla arka plana ittiği kültürel değerlerle beraber şahsiyetinden uzaklaşan şehir örnekleridir.

Zamanla insanların, kültürlerin ve mimarinin değişimi anlaşılması güç bir fark ortaya çıkarmıştır ki Sadettin Ökten şöyle bir değerlendirme yapar: “Eski İstanbul’un huzur ve sükûn veren siluetine karşılık bu siluet, doğaya hâkim olma, yer çekimine meydan okuma, maddeyi ve malzemeyi cüretli bir tarzda kullanma ihtirasına tekabül eder. Bu bir gerilim, hırs ve doyumsuzluk ifadesidir.”

Şehir kültürümüzü, kültürümüzü mimariyle ilişkilerini en iyi anlatan eserlerden biri  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı deneme kitabıdır. Kitabın “Ankara” faslında şu değerlendirmelere tanık oluyoruz: Kalede ve onun eteğine serpilen mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlarıyla sarmaş dolaş yatarlar. Bu terkiplerin en manalısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıyla yanı başındaki Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin beraberce teşkil ettiği zıtlar mecmuasıdır.

ANKARA'NIN KÜLTÜR HAZİNESİ: HACI BAYRAM - Son Dakika Haberleri
(Ankara Hacı Bayram-ı Veli Camii)

Evet, Tanpınar’ın bu hülasası zannediyorum oldukça açıklayıcıdır. Anadolu’ya geldikten sonra beraberce yaşamaya başlayan iki milletin iki mimari eseri kültürlerin birlikte iç içe hoşgörüyle bulunma sürecini izah etmektedir.

Bu konuşmada dikkat çekmek istediğim hususlardan biri de kültürel değerlerimizi, tarihimizi moderniteye kaybetmememizdi. Betonarme yapılara, ruhsuz sembollere kapılmadan kültür mirasımıza sahip çıkmalıyız, bu konuda yine Beş Şehir’den bir alıntıyla metnimi sonlandırıyorum: Gerçek yapıcılığın mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesud olacağız.

İlgili yazı: Türkiye’de Rokoko ve Barok Mimarisi

Kaynakça:
-Tanpınar, A. H., Beş Şehir, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005
– Ökten, Sadettin, Aslında bir Sanat Var, Tuti Kitap, İstanbul, 2019
-Beyatlı, Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 2018
https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/istanbul/gezilecekyer/nuruosmaniye-camii

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir