Aydınlık ya da karanlık, kapalı ya da açık, pencerelerin tablolarda mimari bir element olarak açılması sadece arka plan ya da kompozisyonun dikkat çeken bir özelliği değil aynı zamanda umut, değişim ve bilinmeyene bir adım metaforları taşıyor. Ressamların pencerelerine bakıp ne tür bir sembol ortaya koyduklarına bakalım! Başka dünyalara açılan geçit; işte sanatta pencere sembolü!
Küçük Pencereden Büyüğüne
Hem iç mekânlardan hem dış mekânlardan aşina olduğumuz pencereler, insan hayatında ne kadar önemli olduklarını öyle hemencecik idrak edemediler. İlk pencereler küçük, donuk, ışığa pek maruz bırakılmayan ve daha çok sakral mimaride başarıyla kullanılan vitray boşluklarına benziyordu. Cennetten kiliseye dolan ışık İlah’ın bulunmasıyla eş değer görüldü. 15. ve 16. yüzyıllar arasında kilisedeki üç pencere sırasıyla baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünü temsil ediyor.
Boyut Meselesi
İtalyan cam üfleyicileri, ilk olarak Avrupa’da transparan ve nispeten daha geniş camlar üretmeye başladılar. Bu çığır açan buluş geniş üç parçalı pencerelerin mimarideki ünüyle, Rönesans döneminde entelektüel devrim süresince pencerenin şöhretinde bir dönüm noktası oldu. Çerçeveler, Çerçeve, tefekkür için tamamlanmış bir resim olarak ortaya çıkan manzaraya dikkat çekmeye başladı. Sanat dünyasının espritüel vizyonunun önceliği olarak din ve kilise tarafından kurulmuş ve Orta Çağ’da hüküm süren pencerenin anlamı değişti. Ayrıca eklemeliyiz ki pencereler ruha açılan gözler olarak da görülüyordu. O zamanlarda insanlar maddi dünyayla bir pencere dolayısıyla bir araya geldi. Rönesans sanatının öncü teoristlerinden Leon Battista Alberti sanatı böyle yorumladı. Çerçevenin sınırlarından başka bir dünyaya açılan açık pencere olarak yani.
Arka planda pencere bulunan portreler pek ünlendi. Tuvallerde bir aralık algısı ortaya çıkmaya başladı. İnsanoğlu ve doğa yek oldu ve bu, Rönesans döneminin en cani anlarından biriydi.
Ve tabii ki pencere sadece insanları ve doğayı birleştirmedi, aynı zamanda tablolar için konu geliştirmeyi sundu.
“Taşra evi… Pencere eşiği… Kadının oturup beklediği yer… öylece beklediği!”
Pencere ve resim sıkı sıkı el ele tutuştular ve hâlâ da tutuşuyorlar. Öte yandan pek çok zaman bu mimari detay bir ışık kaynağı olarak kullanıldı. Pek sık, pencerenin açık olması birçok olayın merkezi oldu. Tutku dolu ani değişim buralarda oldu; göz göze gelmeyi beklemek, sessiz diyaloglar, şemailin gösterisi hep burada oldu. Pencere önü buluşmaları ayarlanır, serenatlar yapılır ve yine romanlardaydı âşıkların birbirlerine pencereden kavuşması. Pencerenin kanunudur, orada bir kadın görürsünüz, bir kadın belki. Herhangi yaştan bir kadın.
Hapsolmuş Kalplerin Limanı
Romantik sanatçılar için iç mekânların ışık saçan elementi kilit noktası ve pencereden uzaklara bakan kişi de en sevilen karakter oldu. Bu resimlerin hikâyesi çelişkili semboller içeriyordu. Öte yandan, günlük yaşamın olağanlığından ufak bir kaçış da sunuyordu. Evin sınırlarından, küçük burjuva varoluşundan uzaklaşmak ve kaçmak… Bir yandan da banal hayatın gerçekliğinden kaçmanın imkânsızlığını da sunuyordu. Bu hikâyelerde başrol, kalbinin tutsağı olan kadınlara veriliyordu. Özgürlüğün tohumlarını eken romantik sanatçılardı.
Caspar David Fridrich’in aşağıdaki tablosunda pencere içerdeki ve dışarıdaki dünya arasında önemli bir aracı. Ressam, rengarenk dünyaya donuk, kahverengi bir evden doğru bakıyor ki bu da bir çelişki sergiliyor. Pencere, gemilerin bilinmez enginliğe, beklenilmeyenle karşılaşılan tutkunun uçsuz bucaksız denizlerine yelken açtığı bir liman.
Leonora Carrington’ın otoportresi Şafak Atı Hanı, bir kadının özgürlüğü kazanmasının imkânını gözler önüne seriyor. Karamsar hikâyenin, tüm sürrealist karakteristik özelliklerinin aksine pencereden görünen beyaz at umut verici! Yanı başında varlığın arzulanan hafifliği, arzuların yerine getirilmesinin ve mutluluğa ulaşılmasının hikâyesi.
Hanımefendiye Bir Not
Manzara sanatçıları pencere tasvirlerini basit tuttular. Güzelliği semboller ve derin anlamlar yüklemeden “olduğu gibi” yansıtma peşindelerdi. Realist tarafın ustalarına göre pencere “ev hayatından bir sahne” olarak gerçek bir unsurdu.
Ünlü Ukraynalı ressam Tetyana Yablonska da pencereyi gözlerini kilitleyip dikkatini yoğunlaştırdığın bir unsur olarak görmekten kendini alamadı. Yaşı geçmiş, fiziksel olarak dışarı çıkıp gezebilme kabiliyetine sahip olmayan biri olarak doğayla pencere vasıtasıyla iletişim kurdu. Gerçek bir sanatçı olarak da her zaman yeni konular üretmeye devam etti.
Mekân ve Zamanın Çok Boyutluluğu
Sembolistlerden Fauves Raoul Dufy ve Henri Matisse dünyanın çok yönlülüğü metaforunu pencerelerde gördü. Marc Chagall da bu fikre sahipti.
Pencere motifi Henri Matisse’in favorilerinden biriydi. Pencerenin Matisse’in resimlerinde ilk yer aldığı zaman Matisse’in yeminli avukat ofisinde çalıştığı dönemdi. Bu dönemden itibaren de bu motifi sıkça kullandı. Evde geçen bir hayat dört duvardan ibaret olsa da bir pencere açmak ve dünyayı yukarıdan izlemek yeterliydi. Böylece her anlamda harikulade bir bakış açısı insana açılabilirdi. (“Pencereden Bir Manzara”)
Collioure’de Açık Pencere adlı resminde Matisse iç mekânı ve manzarayı birleştirerek perspektif kurallarını yıkmıştır. “Manzaranın ve odamın havası büsbütün aynıdır.” diyor sanatçı. Seyirci uzaktakileri görmekle birlikte kendini belli bir yerde hissediyor. Tıpkı sanatçının kişisel ve etrafı saran alanı birleştirmek için olağanüstü sanatsal bir imkân sunması gibi.
Bu tablo aynı zamanda sanatçının pencere vizyonunun sürecini gösteren bir sembol. Oda, sanatçının kafasında neler olduğunu, pencerenin ötesi ise sanatçının gözlerinin ne gördüğünü yansıtıyor.
Matisse’in çoğu resminde, pencereden görünen manzara içerden bakıldığında yeterli, canlı bir sanat eseri.
Hiçliğin Manzarası
Marcel Duchamp, bakış ve algı temalarıyla pek uğraşırdı. Şöyle yazmıştı: “Kalkış noktası olarak pencereyi konu edinme fikrine alışmıştım. Fırça kullandım ya da bir oluşum, ifadenin belli bir oluşumunu. Her bir fikirle yirmiden fazla pencere yapabilirdim.” 1920’de sanatçı, “Ferah Pencere” adlı resmini sergiledi. Buradaki pencere, genellikle Fransız penceresi denen küçük, iki kapaklı bir pencereydi. Birkaç harf değiştirerek Duchamp, “Ferah Pencere”yi “Fransız Penceresi”ne değiştirmişti. Bu seferkinin şekli “Ferah Pencere”ye benziyordu. Bu pencere, I. Dünya Savaşı’ndaki savaşçıların çokluğuna bir göndermeydi. O pencereden bakmak gereksizdi. Pencere siyah opak bir deriyle kaplanmıştı. Duchamp sergi boyunca ısrarla “her gün ayakkabı gibi parladı” dedi. Dadaizmle de ilgilenen Duchamp, dışarıya bir pencereden bakmayı reddetti. Yeni bir resimsel gerçekliğe yer veren varlığın tamamen bilinemezliğini duyurdu.
Sürrealistler sanatçının metaforik dili üzerine epey çalıştılar. Sanatın bilinmezliğe ve keşfedilmemiş dünyaya doğru bir macera olarak gören René Magritte, Alberti’nin tamamen zıttıydı. Resmin pencereye benzediğini göstermek yerine Alberti pencerenin bir tabloya benziyor olabileceğini ya da dünyaya olan bakış açımızın objektif olabileceğini düşünmemizi öneriyor. Pencereleri büyüleyici ve kırık. Gerçekliğin imitasyonu, camın parçalarında yatıyor. Bir yandan da asıl manzara değiştirilmemiş kalıyor. Sadece gerçek bir manzara vardır ve sanat eserleri sadece bir görüntüdür ama manzaranın kendisi değildir. Sanat ile oluşturulmuş illüzyon, gerçekliğin tuvalin arkasında yattığına inandırıyor. Halbuki arkasında hiçbir şey yok. Gerçekliğin kendisi budur!
Kavramsalcı Ivan Chuikov gelenksel resmin kapsamını keşfetti. “Pencere” serisinde birleştirilmiş unsurları resimlerine dahil etti. Chuikov pencereleri yakın kadrajdan çizdi. Camı boyayla kapladı ve dışarı manzarayı beyaz üstüne resmetti. Haliyle resim, “dünyaya açılan pencere” değil bir şeyin yansıdı bir ekran oldu.
Roy Lichtenstein gerçek değerlerin yerine geçilmesini tüketici bolluğu dünyasının akılda kalıcı sarmalayıcılarıyla tasvir etti.
Yalnızlık sıkıcıdır
Yirminci yüzyılda, yeni inşaat teknolojisi duvarı bir destek aracı olmaktan özgürleştirdi. Böylece duvarlar tamamen pencere oldular. Devam eden transparanlık, apaçıklık, sınırsızlık ve içeri-dışarı bütünlüğü yarattı. Bu nedenle, pencere bir mimari unsur olmanın yanı sıra mekânı, dünyayı, ruhu ve insanları ayıran bir aracı oldu.
Edward Hopper’ın Gece Kuşları’nda cam, aydınlık barı karanlığın içinden yansıtıyor. Öte yandan, olan biten her şeyi görebiliyoruz. Ancak bir de şöyle bir durum var, kişiler dışarıdaki dünyadan transparan bir cam sayesinde ayrılmış. Pek dikkate değer gözükmese de Amerikan sanatçının resmine bakan insanlar, neredeyse fiziksel olarak aykırılığı, şehirde olmanın verdiği yalnızlığın acısını hissediyor.
Edward Hopper’ın şehrin yalnız tarafını pencereler arasından gösterdiği örneklere yakından bakmak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.
Andrwe Wynet gerçekçi manzaralar resmetmenin yanı sıra izole olmanın, sessizliğin, terk edilmişliğin ve beklenti hissini de oluşturdu. Onun yarattığı pencerelerden hava akışını görebiliyoruz. Bu da resimdeki şahısların gözden kaybolduğunu ama resme bakanların hâlâ bu şahısların varlığını hissettiği bir hava yaratıyor.
Yapılandırılmış Toplumun Sembolü
Andreas Gursky, soyut desenlerin tekrarlayan parçalarının fotoğrafını çekmeyi tercih etti. Blok binaların pencereleri de bu fikrine uyum sağlıyor. Kamerasının da yardımıyla Alman fotoğrafçı modern endüstriyel toplumu kocaman, iyi organize olmuş yapıların tek bir organizma halinde bir ritim yakaladığını gördü.
Ve son olarak yazımızı pencere eşliğini süsleyen harikulade buketlerle bitirelim 😊
Pencerenin sembolik anlamları güzel bir konu. Tebrik ederim.