‘’Geçmiş, her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır. Kulaktan kulağa oyununa benzer.’’ (Büyük siyah lekeler, s.9)
Nurdan Gürbilek İkinci Hayat’ta, “Eve dönmek için her zaman çoktan geç kalındığını, ne dönülen yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu hepimiz kendi hayatımızdan biliriz.” der ve ekler: “Kuşun yuvasına, kuzunun ağılına, hayvanın kovuğuna döndüğü gibi dönülmüyor eve.”
Mekân, varoluşun gerçekleştiği ve bütün benliğin inşa edildiği bir yer olarak insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan bir zaman sonra mekânıyla yaşamaya, düşünmeye ve öğrenmeye başlar. İnsanın yaşanmışlıklarını biriktirdiği, duygularını ve anılarını paylaştığı yer yalnızca bir dört duvar değildir: Sokaklar, caddeler, kırık dökük bir duvar, eski bir köşe başı, hepsi aidiyetinden bir iz taşır.
İnsan, mekânına sadıktır fakat her şeye yeniden bağlanmak için bazen bir kopuş gereklidir: Bu “dönüş”, ihmal edilemeyecek kadar sancılıdır. İnsan, kıskacından kurtulup yerini değiştirdiğinde farklı dönüşümlerin kurbanı olur: Zaman geçmiş, çerçeve yerinden oynamış, görüntü değişmiştir. Bu yeni manzaranın muhatabı da eskisi gibi değildir artık. Duyguları sarsılmış, benliği dağılmış, anıları parçalanmıştır. Bir araya getirmek istediği her şeyin parçası bir tarafa dağılmıştır. Yeni manzarayı görmek için pencereyi açarken elleri titremektedir artık. Dizlerinin bağı çözülmüş fakat oturacak bir yer bulamamaktadır. Gidişin verdiği heyecanın yerini dönüşün verdiği kekremsi bir tat almıştır.
Çağdaş Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Ayfer Tunç’un Memleket Hikâyeleri (2012) adlı kitabı, okuyucuya bir memleket arşivi sunuyor. Kendisi de Adapazarı doğumlu olan Tunç, birbirinden farklı deneme, anı ve hikâyelerde Sakarya ve Karasu’yu anlatıyor. Memleket üzerine tespitlerde bulunduğu, duygularını ve yaşanmışlıklarını paylaştığı yazılarda İstanbul, Sakarya ve Karasu’ya yakından bakıyor. Memleket Yazıları, Fotoğraflar Anlatıyor ve Memleket Hikâyeleri olmak üzere üç bölümden oluşan eser, Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’ni de hatırlatmaktadır.
Kitabın son bölümünde yer alan Memleket kıpkırmızı bir akide şekeri hikâyesi, değişen Adapazarı’nı anlatıyor. Bu “eve dönüş” hikâyesinin eve dönen kahramanları, Adapazarı’nda doğup büyüyen yaşlı bir çifttir. Kocanın devlet memuru olması nedeniyle evlendikten sonra Adapazarı’ndan ayrılan çift, birçok şehri gezmiştir. Anne, nefis yemek yapmasıyla meşhurdur. Kocasının memuriyetinde gezdikleri şehirlerde gördüğü bütün yerel yemekleri incelikleriyle öğrenmekte ve maharetli elleriyle sofrasına taşımaktadır. Kocası ve iki oğluyla oturdukları sofrada el emeğinin, doğallığın ve samimiyetin sıcaklığı vardır. Oğulları üniversite okumak için yanlarından ayrıldıklarında sofrada baş başa kalırlar. Anne ve koca, şehir şehir gezdikten sonra nihayet Bilecik’te emeklilikleri için gün saymaya başlarlar. Araladıkları kapıdan yeni hayata bakarlar ve yeni bir heyecanın kendilerini beklediğini görür gibi olurlar: Artık Adapazarı’na yerleşeceklerdir.
Tıpkı Bosna’yı ve Makedonya’yı ‘’parlak bir akide şekeri’’ olarak hatırlayan ataları gibi onlar da Adapazarı’nı zihinlerinde böyle taşımışlardır. Çünkü onlar için doğup büyüdükleri, okudukları, evlendikleri ve birçok yaşanmışlığı biriktirdikleri memleketleri, tatlı bir akide şekeri gibi karşılarında durmaktadır.
Kocanın emekli olmasından sonra Bilecik’ten ayrılıp Adapazarı’na yerleşirler. Fakat bu eve dönüş bekledikleri gibi olmamıştır. Memleket bildikleri Adapazarı, şimdi hiç görmedikleri, bilmedikleri, tanımadıkları başka bir yere dönüşmüştür. Şehrin yerlisi değil yeni sakini olmuşlar, kendi memleketlerine yabancı kalmışlardır. Eski akrabalardan kimse kalmamıştır. Genç akrabalar da kendilerini tanımamaktadır. Rastladıkları birkaç tanıdık onlara şehrin yeni siluetini anlatıyor, yeni mekânlar tavsiye ediyorlardır. Fakat yaşlı çift bu tavsiye edilen yerlerin, bildikleri Adapazarı’nın neresine düştüğünü bir türlü kestirememektedir. Giderken bıraktıkları çay bahçelerini, lokantaları, dükkânları sorup durmaktadırlar fakat ne Çark mesiresi ne de Uzun Çarşı eskisi gibidir. Tarihî istasyon binası yıkılalı yıllar olmuş, Sakarya İlkokulu’nun arkasındaki tek katlı kâgir Adapazarı evleri yerini yeni villalara bırakmıştır. Şemsiyeli Bahçe, Mavituna Gazinosu ve Hacıbaba Lokantası’ndan söz açtıklarında isimlerini duyana bile tesadüf edemezler:
“Ama değişen sadece şehrin görüntüsü değil, başka şehirlerin konuğu oldukları yıllarda burada zaman da değişmiş, hissettikleri asıl yabancılık bu. Öz şehirlerinin sokaklarında aradıkları şey çocuklukları mı, yoksa şehrin kendisi mi bilemiyorlar.” (s.277)
Adapazarı, uzak ve acı bir hatıra gibi karşılarında durmaktadır şimdi. Döndükleri memleketin yabancısı olmuşlar, yeni şehri tanıyamaz olmuşlardır. Sokaklar, caddeler ve dükkânlar yabancıdır. Bir zamanlar yerlisi oldukları şehrin ortasında kimsesiz kalmışlardır. Anne, anılarıyla birlikte maharetinin de silindiğini fark etmiş ve elinin lezzetini kaybetmiştir. Dönüşen şehir, hayatı da dönüştürmüş, değişen Adapazarı’yla beraber yaşlı çiftin hayatı da değişmiştir. Yurtdışında yaşayan oğulları yakın zamanda İstanbul’a yerleşecektir. Yaşlı çift, İstanbul’a yerleşmeyi bile düşünür olmuştur. Zihinlerinde ‘’kıpkırmızı ve parlak bir akide şekeri’’ gibi duruyordur Adapazarı ama yaşlı bedenlerine yasaklanmıştır artık.