XIX. ve XX. yüzyılın ortalarında Batı sanatı Japonizmin doğuşuna şahit oldu. Japonizm terimi, 1872 yılında Philippe Burty tarafından icat olundu ve Avrupa’daki Japon kültürü hayranlığını ifade için kullanıldı. Sanatçıların gelenekli sanat yapımını reddetmeye başladığı bir dönemde, Japon estetiği onlara âdeta yeni bir soluk oldu. Bu estetiğin ihtivâ ettiği durgunluğu, canlı renkleri, doğa tasvirini ve üslûbunu sevdiler. Dahası yeni teknikler, kompozisyonlar ve temalar denemeleri için onlara ilham verdi.
Meiji Reformu
1867 yılı, Japonya için yeni bir dönemin başlangıcı idi. Tokugawa yahut da Edo döneminde (1603-1867) Japon yetkilileri her türlü yabancı etkiden korkuyordu. Bu yüzden kendilerini izole ettiler. Lâkin istikrar bozulmaya başladı ve Batı’nın, bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya alım satımı açması için uyguladığı baskı arttı. Dahası samurayların ekonomisi zayıfladı ve ülkede bir darbe düzenlediler. Hâsılı, imparator salâhiyetini yeniden kazandı ve ülkeyi yönetme şeklini değiştirdi. Netice itibariyle eski rejimin korkuları vuku buldu ve ülke batılılaşmadan nasibini aldı. Bununla birlikte, Batı da Japon etkisine karşı koyamadı.
1854’te Japon limanları batı gemilerine yeniden açıldı. Dolayısıyla, nesneler ve sanat eserleri Avrupa’ya ulaştı ve oradaki herkesi büyüledi. Mesela, Asya kültürlerinin bazı mimarî biçimlerinden esinlenen “pagoda” isimli bir elbiseyle moda sektöründe doğu esintisi ortaya çıktı. Buna ek olarak, iç mekân tasarımları yine Japon elementlerini insanların evlerine taşıdı. Dahası 1904’te La Scala’da ilk kez sahnelenen Giacomo Puccini’nin meşhur Madame Butterfly‘ını kim unutabilir ki? Opera, Pierre Loti’nin Madame Krizantem romanı ve John Luther Long’un Madame Butterfly adlı kısa öyküsüne dayanıyordu.
Bazı nesneler, Paris ve Viyana’daki Dünya Fuarı gibi büyük sergilerde yer aldı. Ek olarak, James McNeill Whistler, Londra köprüsündeki bir Çin çay odasında baskılar keşfetti. Hâsılı, Japon sanatı ve kültürü hem Empresyonizmi hem Post-Empresyonizmi hem de ötesini etkiledi.
Empresyonistler Ukiyo-e Baskılar ile Karşılaşıyor…
En tesirli üslûplardan biri “yüzen dünyanın resimleri” mânâsına gelen ukiyo-e idi. Bu sanat, Edo döneminden kalma gelenekli bir tahta baskı usûlü idi ve şehir toplumundan hedonist sahneleri tasvir ediyordu. Mühim temalar arasında Kabuki oyuncuları, cariyeler ve romantik manzaralar var idi…
Claude Monet, Japon sanatından fark edilebilir şekilde ilham almış empresyonistlerden biriydi. Anlaşılan ukiyo-e baskılarını ilk kez Hollanda’da ambalaj kâğıdı olarak görmüştür. Öyle ki eşinin kimono ile tasvir edildiği portresi Japon hayranların epey ilgisini çekmiştir. Elbette, o meşhur bahçesi de yine bu kültüre olan sevgisini yansıtan bir nişânedir. Ayrıca, yaşarken bugün hâlâ Fransa’nın Giverny şehrindeki evini süsleyen düzinelerce baskıyı toplamıştır.
Japonlar Gibi Çizmek
Mary Cassatt ve Edgar Degas da Japonizm sanat akımını temsil etmişlerdir. Her iki dost da Japon konularını tasvir etmekten ziyâde Japon tekniklerini kendi eserlerine uyarlamayı seçmiştir. Sonrasında, Cassatt üç boyutluluğu bırakarak kadınların hayatından kesitleri sunarken daha durgun renkleri kullanmaya başlamıştır.
Bu sırada kompozisyonlarına asimetriyi tevhit eden Degas, Japonizm sanat akımını meşhur dansçıları vasıtasıyla sergilemiştir. Akademik gelenekte dansçılar tuvalin ortasına yer alırdı böylece perspektif pürüzsüz olurdu fakat böyle olduğunda aşağıdaki resimde görme zevkine vardığımız o güzelim durgun renkleri fark edemezdik… Bilakis Japonya’da, sanatta Batı’nın boşluk korkusu ile çelişen bir doluluk korkusu var idi. Dolayısıyla bu sanat telakkîsinde durgun renklerden başka bir şeye yer vermeyen geniş mekânları sıklıkla görebilmekteyiz.
Post-empresyonizm ve Japonizm Sanat Akımı
Japonizm sanat akımını en iyi temsil eden Post-empresyonist ressamlardan biri hiç şüphesiz Van Gogh’tu. Öyle ki kardeşi Théo’ya yazdığı mektuplarda bundan sürekli bahsetmiştir:
“Eserlerimin hepsi küçük de olsa Japonizme dayanıyor, (…) Japon sanatı kendi anavatanında düşüşte olmasına rağmen Fransız empresyonist sanatçılarda kök salıyor.”
—Vincent van Gogh, Théo van Gogh’a bir mektupta, Arles, 1888. Art d’histoire.
Nitekim, bu tablolarda gerçekten büyük bir etkilenme görüyoruz. Mesela, Julian-Francois Tanguy (1825-1894)’un portresinde…
Tanguy, Paris’te sanat malzemeleri mağazası sahibiydi ve aralarında Van Gogh’un da bulduğunu pek çok sanatçıya kendi eserlerini sunmaları için yardımcı olmuştu. Dahası Van Gogh’un Japon sanatı ve Empresyonizm ile tanıştığı şehir de Paris idi. Bu portedeki arka plan Japon baskılarını ihtivâ etmektedir. Esâsında Van Gogh büyük bir Hokusai ve Hiroshige hayranı idi. Zaman zaman Japon sanat eserlerinin kopyalarını dahi yaptığı olmuştur.
Van Gogh’un dostu Henri Toulouse-Lautrec bir diğer Japonizm sanat akımı takipçisi idi. Meşhur posterleri Japon tekniklerinden, silüetlerinden, durgun renklerinden, köşegen kompozisyonlardan ve kesik görüntülerden oluşuyordu.
Art Nouveau ve Japonizm Sanat Akımı
Art Nouveau ve Japonizmin ayrılmaz bir ikili olmasına şaşırmamak gerekir. Maison de l’Art Nouveau sanat galerisinin sahibi Siegfried Bing, Japon sanatının mühim bir destekçisiydi. Tabloları sergilemekle kalmamış Japon estetiğinin mihenk taşlarından olan günlük hayat nesnelerini de sunmuştur. Bing ayrıca, Ker-Xavier Roussel, Pierre Bonnard, Edouard Vuillard ve Maurice Denis gibi Nabis sanatçılarının eserlerini ısmarlamıştır.
Viyana Ayrılıkçı Hareketi (Secession) ve Japon Sanatı
“Yapmaya gayret ettiğimiz şey Japonların her zaman yapmış olduklarıdır. Hiç kimse Japonya’da makine elinden çıkma bir sanat ve zanaat tahayyül edemez.”
—Josef Hoffmann ve Koloman Moser, Wiener Werkstätte’in Work-Program’ı , 1905. Coursehero.
Viyana Ayrılıkçı Hareket sanatçıları için Japon zanaatkârlığı Batı sanayileşmesi ile tezat oluşturuyordu. Dolayısıyla bu sanatçılar modern seri üretimin değil, her şeyin özenle ve özveriyle yapıldığı bir zamana geri dönmek istediler. Böylece sanat eserinin yekûnu anlamına gelen “Gesamtkunstwerk” mefhumunu Art Nouveau ile paylaştılar. Ek olarak Japon eserlerinin uzun formlarına, kompozisyonlarının dikeyliğine, düzlüğüne ve soyutluğuna çekildiler.
Kendini Japonya’nın tatlı esintisine kaptıran bir diğer sanatçı Gustav Klimt idi… Herhalde hiç kimse onun derecesinde Japon sanatına hayran değildi. Japon elementlerini sanatına uygulamakla kalmayıp günlük hayatında dahi bir çeşit kimono giyer ve baskılar toplardı. Şüphesiz ki resimleri bu tatlı esintide yüzen dünyalar gibi hissettirmektedir.
Hâsılı Japonya, Batı sanatını bu şekilde fethetmiştir. Bu fetih; Japon objeleri ile çevrelenmiş, kimono giyen hanımefendilerin tasvir edildiği akademik resimler ile başlamıştır. Sonrasında, sanatçılar Viyana Ayrılıkçı Hareketiyle Japon estetiğinin içselleştirilmesine erişme bahtına sahip olmuşlardır.
“Japon sanatı tıpkı bir hoca misâli mühimdir. Ondan, sabit modellerin ısrarlı taklidi yoluyla, doğanın hakîkî desenlerinden ne denli uzaklaştığımızı bir kez daha billur şekilde hissetmeyi öğreniyoruz… Öğreniyoruz ki esas kaynağımıza bakarak onu tasvir etmek nasıl da gereklidir… Ve insan ruhu; ukala, yıpranmış, değişmez biçimler yerine doğanın organik biçimlerinden hâsıl olmuş muhteşem ve naif güzelliğin zenginliğini nasıl özümseyebilir…”
—Julius Lessing, Paris Exposition Universelle’in raporu, 1878. Art Nouveau Club.
Kaynakça: https://www.dailyartmagazine.com/japonisme-in-western-art/