Türk Edebiyatında Varoluşçuluk Yansımaları

“Öyleyse, ben de hayatımın sonuna kadar aynı yerde kımıldamadan oturacağım” dedi. “Herkes istediği kadar koşsun. Beni anlayacak insan, oturduğum yerde de beni bulur.”

Edebiyatımız için önemi yadsınamaz olan ve en az bir kere muhakkak duyduğumuz varoluşçuluk kavramının ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Okuduğumuz kitaplardan, izlediğimiz şeylerden ve hatta sokakta yürürken bile duymuş olma ihtimalimiz yüksektir. Türk edebiyatının mihenk taşı olan bazı eserler, varoluşçuluk düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Peki nedir Türk Edebiyatında varoluşçuluk? Diğer adı egzistansiyalizm olan bu felsefi akımın tanımını yapmak oldukça güç olsa da genel kabul görmüş birkaç tanımdan bahsetmemiz mümkündür.

“…düşünmemek… düşünmemek istiyorum: düşünmemek istediğimi düşünüyorum.”

Varoluşçuluk, diğer adıyla egzistansiyalizm, II. Dünya Savaşı’nın ardından Fransız yazarlarından Jean Paul Sartre tarafından özel bir edebiyat kolu olarak tanıtılmış bir düşüncedir. Türk Dil Kurumuna göre varoluşçuluk ise ”Varoluşun özden önce geldiğini ve özü sürekli olarak yarattığını ileri süren öğreti, egzistansiyalizm.” olarak karşılık bulmuştur. Bu düşünceye göre insan somut, bireysel bir eylemcidir. Varoluşu, yalnızca yaşanabilir, düşünülemez bir kavram olarak görmek de bu ifadeyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

”Vazgeçiyorum; bütün insanlığın önünde eğilerek özür diliyorum: beni yanlışlıkla çıkardılar sahneye.”

Türk edebiyatında varoluşçuluğun içinde yer alan birtakım kavramlara öncelikle Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde rastlıyoruz. Bir Tereddüdün Romanı isimli eserinde Peyami Safa, kendi ”varlık”ını arayan bir kahraman profili çizer. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız romanlarında yine bazı ontolojik sorunları okuruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde varoluşçuluğa bakacak olursak ilk olarak Huzur‘u anmalıyız. Huzur romanında orta sınıf aydın kesiminin huzursuzluğu derinlemesine söz konusu edilir. Ahmet Hamdi’nin, Huzur romanında varoluşçulara yaptığı atıflar sebebiyle varoluşçu felsefeyle doğrudan ilişki kurduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar’ın bir başka romanı Sahnenin Dışındakiler‘de başkahraman Cemal de varoluşçulara benzer söylemlerde bulunur.

”Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeydir.”

Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ardından varoluşçuluğa dair önemli düşüncelerini eserlerine yansıtmış bir diğer edebiyatçımız da Oğuz Atay’dır. Oğuz Atay, Türk edebiyatında bunalan aydın bireyi konu edinen ve varoluşçuluk düşüncesinden etkilenen en önemli yazarlardan biridir. Tutunamayanlar romanında ontolojik buhran yaşayan karakter, Ahmet Hamdi ve Peyami Safa’nın karakterlerinin devamı gibidir. Bu eserlerde tereddütler içerisinde, huzursuz ve hayata tutunamayan insanlar anlatılır. Sait Faik Abasıyanık’a ait, Alemdağ’da Var Bir Yılan isimli eserinde ve yine Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâyesinde yalnız, bunalmış ve hem kendisiyle hem de toplumla hesaplaşmak isteyen birey anlatılmıştır. Sait Faik’in 1940’lı yıllardan sonra “bunalan” insanı konu alması ve anlatımında gerçeküstü ögelere yer vermesi, “1950 Kuşağı” yazarlarının tam manasıyla varoluşçu eserler vermesine zemin hazırlamıştır. Nasıl ki Dostoyevski ”Hepimiz Gogol’un Palto‘sundan geliyoruz!” diyorsa Ferit Edgü de 1950 Kuşağı için ”Ben de benim kuşağımın yazarlarının büyük çoğunluğu da Sait Faik’ten geliyoruz” der [1]. Dahası birçok yazar Jean Paul Sartre’ın adını ilk kez Sait Faik’ten duymuşlardır. Yazarlarımız edebî anlayışlarının yanı sıra hayat anlayışları bakımından da yoğun bir Sartre etkisinde kalmışlardır.

M. C. Escher

”Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da anormal dediler.”

1950 Kuşağı yazarlarının eserlerinde yer verdikleri başlıca varoluşçu temalardan söz etmeliyim. Ölüm ve intiharın yanı sıra yabancılaşma, anomi ve marazilik temaları eserlerde öne çıkar. Özellikle ölüm ve intihar, yazarların sadece eserlerinde işlediği bir olgudan çok hayatlarının bir gerçeği kadar somuttur onlar için. Bu kuşağın en bariz özelliği olan karamsarlıkla birlikte iç konuşmalar, varoluşçu temanın olayın önüne geçmesi, sıkıntılı, boğuk ve başkaldıran birey konu edinilir. Varoluş, bireyleşme, ölüm, intihar, karamsarlık, yabancılaşma ve başkaldırı gibi unsurlar 1950 Kuşağı’nın Türk edebiyatına kattığı önemli kavramlardan bazılarıdır.

”Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.”

Kaynakça:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir