Film İncelemesi: Cold War, Pawel Pawlikowski, 2018

1957 Polonya doğumlu, ilk yönetmenlik deneyimine Britanya televizyonlarında başlayan, Last Resort filmi ile adını uluslararası alanda duyurmuş film yönetmeni Pawel Pawlikowski’nin, Ida (2013) filmi ile Yabancı Dilde En İyi Oscar ödülü kazanmasının ardından başarısını katlanarak devam ettirdiği ve 71. Cannes’dan en iyi yönetmen ödülünü kazandığı Cold War filmini değerlendireceğiz. Hazırsanız, Cold War filminin incelemesi ve sinematografisine göz atalım.


Yazan: Sinem Altınoluk

Senaryolarda oldukça esnek olmayı öneren, seyirciye bir şeyler anlatma amacına girildiğinde şiirselliğin kaybolduğuna inanan, film çekmeyi psikolojik bulan ve bu akıma girilmesini öneren yönetmen şu sözlerle de görüşlerini destekler:

”Bir senaryo elbette faydalı bir şey olabilir. Yapının bir yaklaşımı, belki bazı iyi sahneler ve kullanışlı diyaloglar hakkında size genel bir fikir verir. Ancak Tanrı, onu çok ciddiye almayı ve senaryoda yazıldığı gibi çekilmeyi yasaklar. Olanakları daraltmayan ve size kendi kendine hizmet eden bir film programına kilitlemeyen 25 sayfalık bir taslaktan çok çalışmayı tercih ederim. Endişelendiğim kadarıyla gerçekten ihtiyacınız olan, ilginç bir alanda ilginç bir şekilde dolaşmış iki veya üç ilginç karakterli bir hikâye. Ayrıca sizi tüm süreç boyunca taşımak için aşkın bir fikir, duygu veya dürtüye ihtiyacınız var. Bunu ilk başta yapıyor olmanızın nedeni de bu. ”

 

2018 yapımı orijinal adıyla Zimna Vojna olan film; savaş sonrası Polonya’sı içerisinde insanın kimliğini yaşama güdüsünün ideolojiler, gereklilikler ve benliği sekteye uğratabilecek güçte olan aşkla girdiği kaosun sinematografisi olarak yorumlayabiliriz. Karakterlerin arada kalışları, arayışları, benlik ve arzular ikileminde boğuşmaları savaş sonrası yabancılaşma hissi ile daha etkin hâle mi geldi, yoksa aşk ve benlik ikileminde çevresel etkenler hiçe indiğinde de benzer etkilenmeler olacak mı sorusunu sormadan da geçemiyoruz. Cold War filminin içerisinde bunun cevabı olmayacak, bize kalan tadı ile yorumlama lüksüne sahip olacağız. 

 

Filmin tamamına egemen olmuş kavuşamayan iki âşığın anlatıldığı Polonya halk ezgisi Dwa Serduszka şarkısının ilk dizesi olan “İki kalp, dört göz gece gündüz ağlıyordu.”, bu soğuk savaş dönemi aşkının tutkusunu bir cümle ile vermekte.

Polonya’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan Paris’in bohem sokaklarına uzanıyor bu hikâye. Bölgeden bölgeye etkisi değişen savaş sonrası atmosfer içerisinde; politik görüş, kimlik özellikleri, belki kader kısır döngüsünde iki kişinin etrafında dönen enfes bir sinematografi ile sunulmuş her şey. 2018 yapımı olmasına karşın çekimde kullanılan teknikler, filme hakim olan siyah beyaz hava dönemin ruhunu hissetmemize yardımcı olan unsurlardan.

Filmin açılış sahnesi folklorik müzikler ile başlıyor, filmin süreğenliği boyunca şahit olacağımız ses atmosferinin de bir kopyasını almış oluyoruz baştan. Pawlikowski’nin  babası ile aynı adı taşıyan Wictor şavaş sonrası Polonya’sında kültürel bir proje için koro oluşturmaya çalışan müzikal yönetmenidir. Bu oluşum da elbette komünist parti yanlısı Kaczmarek tarfından denetlenmektedir.  Seçmelere katılan Zula ile karşılaşmaları ilk orada olur. Köklerini Polonya’da yeşerten, sosyalist döneme de pragmatik olarak uyum sağlamış, hayatını kendi doğruları ile yaşayan, sesi ile gittiği her yerde yerini belli edebilen Zula ile Batı’ya bağlanmak isteyen, bunun için inanç sistemini ve içsel gücünü oluşturmuş, kuralları kendi belirleyen, şekle kendi inancıyla sokan Wictor’un kimlik ve tutku karmaşasını 20 yıla yayılmış bir serüven şeklinde izliyoruz. Dönemin soğuk savaşının yanında kahramanların ilişkisi içerisinde de bir soğuk savaşa şahit ediyor bizi film.

Müzikal içerisinde Stalin’e ve Sovyet ideolojisine övgüler yağdıran ezgiler de vardır. Dönemin siyasetine destekçi bir kol olarak  görünmesi ile Berlin Uluslararası Gençlik Festivali’ne davet edilir. Karakterlerin ayrılıkları bu olaydan sonra başlar.

Bu siyasi müdahaleler sonucu Wictor kaçma fırsatı yakalayacaktır. Aşk ve benlik savaşını en şiddetli gördüğümüz sahnelere buralarda şahidiz. Wictor giderken Zula’yı bırakmak istemez, yola çıkmadan önce onu beklediği akşam dürtüsel eğilimlerine rağmen inancına zafer yaşatan Zula’nın gelmeyişi, izleyen olarak bizi bir yandan hayal kırıklığına uğratırken bir yandan da filmin tamamında hakim olan ikilemin şiddetini gözler önüne serer.

Bu durumların akabindeki sahnelerde cevapları filmde gösterilmemiş şeylerle karşılaşırız. Wiktor’un Paris’in gece kulübü çevresinde caz müzisyeni olarak nasıl başarı kazandığını ya da Zula’nın hayatının 1957’de nasıl temelden değiştiğini asla anlatmaz. Alt metinlerdeki anlamları aşikar etmenin filmin şiirselliğini bozduğuna olan inancı kendini gösterir.

Cold War incelemesi

Cold War‘ın sinematografisi de birkaç araçla işlemekte. Pawlikowski, Ida (2013) filminde de olduğu gibi, renk ve geniş ekran gibi modern lüksleri reddederek bunun yerine Akademi oranını kullanmayı tercih etmiş. Bu tarz; hikâyenin hassasiyetine oldukça uyuyor belki bu görsel efektifler izleyicinin de hassasiyet algısını arttırıyor. Akademi oranının karemsi çerçevesinin kullanımıyla yalnızca gösterilmek istenene odaklanıyoruz, oyuncuların yüzlerinin yakın planda verilmesiyle duyguların bize geçişine daha kolay olanak sağlanıyor.

Yalnızca sinematografik değil fonetik anlamda da izleyiciye şölen yaşatacak halk ezgilerinden tutun Blues parçalarına, oradan Bach melodilerine kadar özgün seçimler mevcut. Sonunun da güzel bittiğini söyleyebileceğimiz bu film izleyenin zihninde birkaç gün misafir olarak kalacaktır.

Cold War incelemesi yazımızı beğendiyseniz, sinema alanındaki diğer film inceleme yazılarımıza da buradan göz atabiliriniz.

Kaynakça: 1 23

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir