Sinemanın Özgün Yönetmeni: Jean-Luc Godard ve Yeni Dalga Akımı

Jean-Luc Godard şüphesiz ki birçok sanatsever için sinemanın tuhaf, kalıpsız, bulunduğu yerin enerjisini yükselten yönetmeni olarak görülür. Tarihin en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Godard’dan bahsetmeden önce, sizlere onun da içinde bulunduğu ve temsilini başarılı şekilde gerçekleştirdiği Fransız Yeni Dalga akımından bahsedeceğiz. Hazırsanız tüm tabuları yıkan, sinemaya farklı bir boyut kazandıran bu akımı inceleyelim.


Yazan: Sinem Altınoluk

Yeni Dalga, bir grup genç sinema eleştirmeninin bir araya gelerek oluşturduğu ve André Bazin’in “manevi babası” olarak kabul edildiği akımdır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1958-1962 yılları arasındaki zaman diliminde toplumsal olayları daha realist bakış açısıyla yorumlayabilen, eline kamera alabilen herkesin film çekme özgürlüğünün olduğu bir dönem yaratılmış. Bu akımda sinemanın tüm geleneksel kural ve gösterim biçimlerine karşı çıkarak, alışılagelmiş film formlarını adeta reddetmişler. Burada hikâyenin aksine oyuncular daha çok ön planda. Sahnelerin el kamerasıyla çekildiği ve böylece dış mekânın dekor olarak kullanıldığı, yer yer oyuncuların kameraya bakarak konuştuğu, sahneden sahneye sırasız şekilde atlanan bir oluşum bu. Ön planda olan senaristin yerini yönetmene bıraktığı, düşük bütçe ile sanat yapılan, seyircinin aktif ve eleştirel tutulduğu, günümüzde de hâlâ izleyicinin heyecanla karşıladığı bir akımdan söz ediyoruz.

Jean-Luc Godard

Şimdi sinemanın yaratıcı ve özgün yönetmeni Godard’dan bahsedebiliriz. 3 Aralık 1930 yılında Fransız orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın olduğu yıllarda İsviçre’de bulunan Godard, küçük yaşta bünyesine savaşın bütün yıkıcı etkilerini almıştır. 1949 yılında Sorbonne Üniversitesi’ne etnoloji okuma niyetiyle gitmiştir. O dönem girdiği gruplar içerisinde André Bazin ile tanışarak Yeni Dalga sinemasının genç yönetmenlerinden biri olacaktır. Godard bu süreçte deneysel çalışmalar yaparak, o zamanın ruhunu taşıyan felsefi görüşleri kendi varoluşçuluk zemininde sinema tezleriyle sunmuştur. Sunduğu bu tezler sinemanın geleneksel işleyişini kırmış, farklı biçimlerin gösterimine olanak sağlamıştır.

Modern insanın farklı yaşam biçimlerinden, toplumda insanın yerini anlatma amacı olması gibi politik mevzulardan, olaylı konulardan bahsetmekten de geri durmamıştır. Varoluşsal eğilimlerinin etkisinde bir Marksist demek yanlış olmaz onun için. Bu yönünün sinemadaki yansımasını 1963 yapımı olan Le Petit Soldat (Küçük Asker) filmi ile bize gösteriyor. Godard’ın 3 yıl yasaklı kalan bu filminde Cezayir Soykırımı’nı eleştirdiği görülüyor.

Godard’ın tuhaf, hatta uç yanları olabileceğinden bahsetmiştik. Eşi Anna Karina’nın şu söylemi onun kimliğini daha iyi anlamaya yardımcı olabilir bizler için:

‘Onun senaryosu kafasının içindedir. Senaryo yoktu mesela biz birlikte çalışırken. Çekimden önce kısa bir diyaloğumuz oluyordu ve o sırada ne çekileceğini, hikâyeyi öğreniyorduk. İnsanlar doğaçlama sanıyor; ama aslında öyle değil. Ne oynadığımızı çekimden hemen önce öğreniyorduk. Bizim için de bu çekimler enteresan oluyordu; çünkü sonunun nasıl olacağını bilmeden oynuyorduk.’

Filmleri Hakkında

Filmlerinde toplum, sistem, yalnızlık, aidiyet, kadın-erkek ilişkisi, anlam, anlamsızlık gibi konuları sosyolojik, felsefi ve politik gözlüğü ile kendine has şekilde incelemiştir. 1965 yapımı Pierrot le Fou (Çılgın Pierrot) filminde geçen bir diyalog Godard’ın sinema dünyasında varoluşsal düşlemini gözlemleyebilecek zemin oluşturmuştur:

  • Marianne: -Nereye gidiyorsun?
  • Ferdinand: -Hiç, sadece var olmaya.
  • Marianne: -Bu kulağa hiç eğlenceli gelmiyor.
  • Ferdinand: -Hayat da öyle değil mi?

Hollywood sinemasına karşı oluşan Yeni Dalga akımına uygun olarak Godard anlatısında giriş, gelişme, sonuç sırasında olaylar olmaz. Hikâye bütünlüğü ve görsel ögeler paramparça ve çok hızlı şekilde seyirciye sunulur. Olayları geri plana atıp, karakterleri ön plana çıkarır. Oyuncular izleyiciyi bilmiyor havasında görüp benlik sunumu yapıyorlarmış gibi rahat görünürken bir anda kameraya bakarak konuşmaya başlarlar ve izleyicinin odağı şaşırır. Godard’ın sinemasında vermek istediği asıl ögeler en çok bu bakışlarda gizlidir. Belki de direkt içimize işlemek, onun gözünden ve kendi içimizden kaçamayacağımızı göstermek için. O bakışlarla bizi içimize döndürerek varoluşsal bakışın kuvvetiyle sinemasını yorumlamamızı ister. Karakterlerle arzularımızın, mimiklerimizin hatta duruş ve sesimizin bile aynı olabileceğini kavrayıp özdeşim sağlamış olarak çıkarız filmin içinden. Godard’ın özgün elinden görsellik vesilesiyle kalbimize benlik mührümüz eklenir.

Jean-Luc Godard et Anna Karina dans les années 1960 en France . (Photo by Giancarlo BOTTI/Gamma-Rapho via Getty Images)
Kaynak: 1, 2

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir